25 Nisan 2015 Cumartesi

TOPRAK

  Zerafetle bekliyordu toprak, bulutların ona sunduklarını...Anaçlığıyla övünmüyor, her fırsatta dile getiriyordu, belli ediyordu ona olan ihtiyacını. Düşen tek bir damlayı içine alıp, yemyeşil bir dünyaya hazırlanıyordu. Onu büyütüyordu içinde, dışarı sunuyordu ve sonra tekrar içine alıyordu...Bu böyle devam ederken devriliyordu mevsimler ve toprak her defasında aynı naiflikle baştan alıyordu tüm görevini. İnsanlar neden benzemiyordu bu alçakgönüllülüğün başa sarınışına?
  Bunları geçirdi aklından balkonundan bakınırken. Hafif esintinin verdiği ritimle gelen bahçedeki hanımeli kokularıyla  dans ediyordu ruhu...Yerdeki kahverengi mucizeye gözü dalıyor, garipliğini sorguluyordu düşündüğü bu bağlantının...Evet başlangıç da onunlaydı, bitiş de...Peki bu kadar bizimleyken nasıl aynı zamanda bu kadar ayrı özellikleri barındırıyordu derininde?
  Bir denklem kurdu zihninde, çözümü boş küme olan. Mevsimlerle bağlantılıydı toprak, insanlarla da...Fakat mevsimlerin değişkenliğini alan insanoğlu neden topraktan çok da bir şey almıyordu? Daha da karışmıştı kafası.Kendini düşündü, inişli çıkışlı ruh halini, havanın değişkenliğiyle kıyasladı. Bunu yaparken kıvrımlar oluştu yüzünde,yana kaydı dudağının bir kenarı..Gülümsedi hafifçe ve dalan gözlerini kurtarmak için başını iki yana salladı. O bunları yaparken, şehri ıslatan yağmur da dinmişti, hemen kahvesini ve sandalyesini kapıp iyice yerleşmişti balkonuna. Sonra ıslanan topraktan dolayı beliren küçük böcek ve solucanları farketti. Uzun uzun izledi onları. Yine kendini düşündü. Her ağladığında içindekileri dışarı vurma isteğini düşündü: Yazarak ya da sözlü...Daha geçen gün tekrardan farketmemiş miydi bunu? İşte benzeyen bir özelliği vardı toprağa...Her ıslandığında dışarı bir şeyler vuruyordu o da işte...İçine hapsolanları çıkarma isteği...
  Keşke ondan daha çok ve güzel şeyler alsaydık, diye düşündü ve onun sihrine hayran kaldığını farketti. Her ne kadar yaşadığı zaman diliminden uzak özellikler söz konusu olsa da, onun ince ve sahiplenici duruşunu, fedakarlığını alan insanlar da olduğunu hatırlamalı ve onlara haksızlık etmemeliydi. İşte böyle insanların yanıbaşında,evinde de olduğunu düşününce şükretti bir kez daha... İşte bir toprak mucizesi daha,diye yineledi...Bunları aklına düşürüp teşekkür ettirdiği için, aynı zamanda bir kez daha hayran kaldı ona...

19 Nisan 2015 Pazar

DREDLOCK SAÇLI KIZ

 Dudakları çatlatan,yanaklarda soyulmalara neden olan fırtına sabahın ilk ışıklarıyla şehrin sokaklarına hakimdi. Mahalle kahvesine erkenden giden emekliler böyle bir şey görmediklerini, buranın rüzgarının böyle olmadığını birbirlerine takma dişleri sayesinde anlatıyorlardı. “Lümpen gibi bir şey bu lümpen, lümpen fırtınası dedi elleri titreyenlerden biri. Tutunamaz bu fırtına bu şehre eser eser gider. “
 Kadın bin pişman oldu çocuğunu bakkala gönderdiğine. Uyku sersemi ve mutsuz uyandığı günün sabahı dışarı bakmadan ekmek torbasına bakmıştı. Perdeyi açıp da dışarı baktığında aklı başından gitti. Toz, fırtınanın etkisiyle terör estiriyordu sokakta. Arabaların alarmı rüzgar sesiyle yarışıyordu. Telefonundan son arananlara girip oğlunu aradı. Hat çekmedi. Kadın telaşa düştü. Oğlu on yedi yaşında gençti ama yine de tedirgindi. Perdeyi kapattı. Yüzünü yıkamak için banyoya yöneldi. Saçı başı dağınık halde, gözleri çapaklıydı. Yüzüne suyu savururken kapının zili duyuldu. Havlu elinde kapıya koştu. Oğlanın yüzündeki ifade berbattı. Yanında kendi boylarında bir kızla çıkagelmişti.
 “Hadi içeri gel”, dedi kıza.
 Kadın ne olduğunu anlamaz halde çocukla kız içeri girmişti bile. Beyaz tende görmeye alışkın olmadığımız dredlock saçları ilk dikkati çeken şeydi.
 “Sen şöyle, evet, ordan geç içeri ben geliyorum” dedi kıza. Kadın oğlunun kolundan tuttu, yüzünde neler oluyor kim bu ifadesi hakim.
 “Arkadaşım!” cevabını verdi, kolunu hızlı bir şekilde silkeleyip kurtardı.
 “Düzgün cevap ver bana!” kısık sesle bağırdı annesi.
 “Merak etme dışarı çıkacağız, kahvaltıya gideceğiz. Al ekmeğini de koydum buraya.”
 Kadın salona geçti, oğlu da odasına.
 “ Hoşgeldin kızım. Adın neydi?”
 Dredlock saçlı kız, güzel bir Türkçeyle:
 “Hoşbulduk, adım  Veronic G. Vlasta.”
 “Nerelisin, inancın nedir, yanlış anlama merak ettim?”
 “Annem Jamaikalı, babam Çek. Ben Jamaika’da doğdum, annem Rasta, babam Musevi. Ben işime gelen göre.”
 Kız sadece kendisine sorulan soruları cevaplıyordu ve cevaplarkenki yüz ifadesi hiç de hoş değildi.
 Dışarıdaki fırtınanın sesi evin içindeyken rahat duyulabilecek kadar yüksekti. Evin içindeki loş ortam ve karşısındaki nereden geldiği belirsiz kızla kalmak kadını tedirgin etmeye başlamıştı. Zaten saçları bir enteresandı. Veronic birden konuşmaya başladı:
 “Ben evimde yatıyordum, fırtınanın sesini duydum. Pencereyi açtım, dışarıda rüzgar var, çok, çok fazla toz var. Kokuyu hissettim. İçime kadar toz kokusu çektim...”
 Kız birden bülbüle dönmüştü. Ellerini sağa sola savuruyor, sonra burnuna getirip avucunun içini kokluyordu. “...sonra başım döndü, kendimi sokağınızda buldum. Ben Jamaika’daydım.  Şimdi anlıyorum, buraya gelmeye, gelmem lazımdı, toz fırtınası buraya attı beni.”
 “Ali!” diye diğer odadaki oğluna can havliyle seslendi. Sesinin titremesini gizlemeye çalıştı. Kız sabah sabah neler anlatıyordu. Kim ayol bu, Allah’ım sen koru, sen koru, koru..
 “Aliii!”
 “Benden korkuyor musunuz?”
 Veronic ayağa kalkıp kadının üstüne doğru birkaç adım atıp durdu.
 “Saçlarım mı? Konuşmam mı? Afrikalı olmam mı? Ha? Neyim korkuttu sizi? Anlattıklarım mı, ah tabi, Türkçeyi böyle güzel konuşmam mı? Hah, korkak!”
 Allah’ım sen koru, kim bu, “Aliii!” Cumartesi bugün, cumartesi. Saat bire geliyor, gelir birazdan Hasan, Hasan gelir birazdan. Cumartesi bugün.
 “Korkma benden, korkmana gerek yok.”
 Ali geldi salona.  Vlasta’ya baktı, ona  Vlasta diyordu.
 “Ali, sen Veronic’i nerden tanıyorsun?”, korku yüzünün her köşesindeydi.
 “Arkadaşım anne, arkadaşım.” Vlasta’ya baktı:
 “Terlemişsin, sil alnını” dedi selpak uzattı, geri odasına gitti.
 Kız alnını silmedi. Gözlerini kapattı, tekrar konuşmaya başladı:
 “Tılsım, hissediyorum. Tozu içimde hissediyorum, Çok güzel, güzel bir his. Evet, buraya gönderdiler beni, buraya, tam buraya. Sana kadın!”
 Kadın hopladı yerinden: “Aliii!”
 Ayaklandı kız. Bu sefer bir kaç adım, kadınla Veronic arasındaki mesafeydi. Kız sürekli bir şeyler söylüyordu.
  “Ben Veronic G. Vlasta. Ben Veronic GOLEM Vlasta. Sana gönderdiler beni, sana, sadece sana, bunca yıl yaptığın pislikler yüzünden. Öl şimdi!”
 Kız boynuna atladı, öyle güçlü sıkıyordu ki karşı koymak imkansızdı. Ölüm diye bağırıyordu, öl şimdi, öl, Ben Veronic GOLEM Vlasta. Öl! Tırnakları kadının boğazından kan akıtıyordu. Kadın koltuğun üstüne yığıldı. Ölmüştü.
 Kız büyük bir şevke gelmişti. Hırsını alamayıp odayı dağıtmaya başladı. Öyle dikkatsiz, ve zafer sarhoşluğu içinde yapıyordu ki bunu zıplarken alnını avizeye çarptı. Sonra birden dondu kaldı. Alnında bir yazı belirdi. Harfin biri elektrik alamamış reklam panosundaki sönük harf gibiydi. Diğerleri parlıyordu. Kız yüzüstü yere düştü. Alnındaki bütün harfler silindi. Ve birden patlayarak yok oldu! Pof!

--- ooo ---

 “Ya Allasen git işine, akşam akşam neler anlatıyon! Aman aman kalsın hediyen orda. İstemiyorum bir daha senden hediye falan. Git gez ülke ülke, bana bir şey alma. Ayh..! Aman kalsın. Tövbe Yarabbim.”
 “Efsane de olsa, ben kendimden de bir şeyler katmış da olsam hikaye hikayedir abla, bir bakarsın gerçek oluverirler. Öyle hık diye gidiverirsin tahtalı köye valla. Haha-hah”
“..."
Bütün gözler sehpanın üstünde duran Golem heykelciğinde çakılı kaldı.

5 Nisan 2015 Pazar

DAHA ZOR OLMADAN

        Bu aralar kafamın içinde savaşlar çıkıyor. Her yer karman çorman. Düşündükçe çözülemeyecek bir tane daha kördüğüm  buluyorum. Düşündükçe kaçırdığım ihtimallere bir tane daha ekliyorum. Düşündükçe... Kızıyorum kendime bazen. Ardı arkası kesilmeyen soruları kendime kendime sorup "ya bu olsaydı" şablonuna oturttuğum cümlelerle cevap veriyorum. En azından öyle sanıyorum. Şarkıda diyor ya "içimdeki ateşle bodrumun sularına sarılıp sarılıp ağladım", tabii ki benim ateşim de sönmedi ne yaptıysam. Dalgalar alıp götürmedi beni uzaklara. Beni götürmedi uzaklara ama, bari içimdeki yığından biraz yüklenip gitseydi.

        Sabrım, dertlerim kadar çok olsaydı keşke. O zaman içimdeki ben ile olan sohbetlerimiz, hesaplaşmalarımız daha kısa sürerdi. Şimdiki hesaplaşmalarımız hep yarım, hep yarına ertelenmiş. Resmen kaçıyorum, o da kovalıyor. Bir gün yakalayacak beni ve bedelini ağır ödetecek. Ağzımı açamadan zihnime yerleştirecek bin bir türlü ihtimal tohumlarını. Kurtuluş : cesaretini topla ve acele etmeden olayları isteğin doğrultusunda rahat bırak. Ahlar, vahlar, ihtimaller, yanlışlar artmadan...Daha zor ya da geç olmadan...

Yanlışın neresinden dönersek dönelim yine de kardayız.

3 Nisan 2015 Cuma

SİNEK

Bastığın yer senden büyük. Yükselişin dumandan ibaret. Bir süre sonra yoksun. Yokluğun her gece milyonlarca yıldızdan birisinin gitmesi gibi olacak. Sıradansın. Yok olarak unutulacaksın.Yok ettiklerin ise hep eşsiz, onlar hep bizle kalacak. Hatırlanmaya değmeyeceksin. Ya da hatırlanacaksın bazen. Keşke diyeceksin,unutulsaydım.

 Korkuyorsun. Senden korkmayanlardan deli gibi korkuyorsun. Tek başınasın orada. Farkındasın bunun ve bu seni korkutuyor. Korkacaksın tabi ki, tarih kitaplarını okumasan da kulağına çalınıyor bazı şeyler. Biz sana bir şey yapmıyoruz. Ekseriyetle kendi kendine yapıyorsun. Gelin güveycilik oynuyorsun. Biz sana bir şey demiyoruz. O duyduğun şeyler var ya, aslında sen onları gece uyurken duyuyorsun, sabah bize çatıyorsun. Belki de sana gerçekten bir şeyler diyoruzdur? Haddimizi aşıyoruz di mi bazen? Gocunmuyorsundur umarım?

  En son ne zaman aynaya baktın? İçinden, ayna ayna söyle bana var mı benden güçlüsü, dedin mi? Gerçi sen bunu her gün yapıyorsun. Bize de dinlettiriyorsun, izlettiriyorsun. (Ama dinleyince seni, üzülüyorum senin için. Baksana, ne kadar da kötüymüşüz biz, neler yapmışız sana. Ahh, bak şimdi... Biz de kendimizi iyi bilirdik. Sen öyle diyince fark ettim. Affedersin di mi bizi? Biz ne kadar da küçüğüz senin yanında. Sinek gibi mideni bulandırıyoruz. Tüh.. ) O aynalar dile geliyor, hepsi sana dönüşüyor. Ancak karşındaki aynalarından birisi seni göstermesin parsel parsel kırıyorsun. Unutuyorsun ki aynayı ayna yapan camın arkasındaki karanlıktır. Aynalar kadar camlar da var, arkası karanlık olmayan, seni değil de doğruyu olduğu gibi gösteren. Öyle inanmışsın ki aynalara, o kadar safsın ki.. Tutunduklarına güveniyorsun, çuvala soktuğun mızrağa güveniyorsun. Yalanlar doğrulara sarmaşık olup göğe çıkmış, seni de yutmuş.
Susmalısın artık. Köşene çekilip bırakmalısın vampircilik oynamayı. Emdiğin aydınlık , odayı karanlığa çevirirken seni tam ortada fosforlaştırıyor. İstediğin buydu değil mi? Herkes sana bakıyor, herkes seni izliyor. Dönüştüğün şey bu değil mi? Alkış!
 
Senli benli konuştum ama alınmamışsındır umarım. Samimiyetimize güvendim, ne de olsa yıllardır… yıllardır beraberiz.