31 Ekim 2014 Cuma

HAYAT

Masadaydı sigarası. Paketin jelatinini soydu. Parmaklarına vurduğu paket bi tek uzattı. İşportacıdan aldığı zipposunu çıkardı. İki sallayıp çevirdi çarkı. Tekledi. Küfrü yiyince üçüncü çevirmede harladı alev. Derin nefesle doldurdu ciğerlerini. Bir santimetre küp dumanı bile boşa vermedi. Sonra yaslandı sallanan iskemlesine. İki gün önce demlediği çayı duruyordu kolunun altında. Uzandı nefesinin yettiği kadarıyla çekti içine demin bayatlığını. Kalkmaya üşendiğinden yine tek yudum aldı. İki gündür böyle yapıyordu. Sırtındaki ağrı siktirip etmesini söylüyordu dünyayı. Çay çaydır. Ha sıcak ha soğuk ikisi de sindirilmeden karışıyordu kanına. Dün fark etmişti ki kül soğuk çayla karışınca nikotin etkisini daha güzel hissettiriyordu. Bira da neymiş diye düşündü bunu deneyince. Unuttu. Bakkala bira söylemeyi düşündü bir ara. Kapının kilitli olduğunu hatırlayınca onu da boşverdi. İç donu delik deşik olmuştu küllerden. Yenisiyle değiştiremezdi. Evde sadece iskemlesi, masası ve kitabı vardı. Çayı yaptıktan sonra demliğini de pencereden savurmuştu. Manzarasına düşkündü. Hangi fabrikanın dumanı daha gri öğrenmişti. Saati de onlardan çözüyordu. Lastik yanmaya başlayınca öğleyi biraz geçer, duman hafifleyince işçiler mesaiyi bitirirdi. Gündüzü de komşunun lanet hororuzdan anlıyordu. . Allahı var çalışkan adamdı. Saatte bir sağ ayağını solla yer değiştiriyordu. Kültürlüydü de kitabını okumadan sızmazdı. Bi gün ne olduysa yerinden kalktı. Gerinmek istedi. Sırtındaki ağrı dinmişti. Aylardır girmediği tuvalete girdi. Farelerle beraber işedi. Aynadaki adamla konuştu. Odaya girecekken mutfakta olma isteği düştü içine. Yürüdü. Mutfağa girip balkon kapısını açtı. Temiz hava ciğerleriyle alay etti. Tekrar gerinip odaya yöneldi. Köşede duran şeyin televizyon olduğunu öğrendi. İskemlesine baktı. Ortasındaki sünger top şeklinde parçanlanmıştı. Bardağın durduğu amerikan parke sararmıştı. Kitabı ilişti gözüne. Üzerindeki acayip şekiller vardı. Eline alıp arkasını çevirdi. Kare bi kutunun içinde yüz yaprak çizgisiz yazıyordu. Tekrar oturdu yerine. Bi sigara daha yaktı. 

29 Ekim 2014 Çarşamba

KIRMIZI PANTOLON

  Güneş karşıdan, arabanın içine o kadar çok vuruyordu ki insan Güneş’le beslense bir günlük besin ihtiyacı karşılanabilirdi. Hergün aynı saatlerde ve aynı yerde trafiğin tıkandığı düşünülürse Güneş’ten beslenmenin hiç de fena bir fikir olmadığı görülebilirdi.
  Arabayı kullanan Gölgen Hanım şirketin genel müdürüydü. Uzun ve sarı saçları, kendisine iyi baktığı halde engel olamadığı fazla kiloları ile dikkat çekici görünümü olduğu konusunda şirketteki herkes hemfikirdi. Fakat genel müdürlerinin yüzüne olumlu olarak baksalar da arkasından  aslında olumsuz olarak dikkat çektiği söylenirdi. Fakat iyi bir insandı; genel olarak iyi.   
  “Tutku, canım, çok sessizsin bugün?”
  “Gölgen Hanım, aslında bir gün izin isteyecektim sizden.”
  Tutku’yu dışarıda gören Fin sanıp iletişim kurmak için İngilizce konuşmaya başlayabilirdi. Bembeyaz teni, açık sarı saçları ve mavi gözleriyle doğduğu yerin Ankara olduğunu inandırması zor oluyordu. Yüzündeki ve özellikle de boynunun sol tarafındaki çocukluğundan kalma yanık izleri ise onu nazardan koruyordu.
  Tutku bunu söyleyerek arka koltukta, yanında oturan, Emre’nin meraklı ve endişeli bakışına maruz kaldı. Şirkette iki stajyerken tanışmışlardı, yan yana oturuyorlardı. Zaten burada birbirlerini sevmişlerdi, şimdi ise aynı evde kalıyorlar. Emre sessizce konuşmanın devamını bekledi.
  Gölgen Hanım, sordu hemen:
  “Hayırdır güzelim, bir şeyin mi var?
 Emre bu kadının canımlı, güzelimli konuşmasına sinir olduğu belliydi. Bu kelimeler Gölgen’den çıktığı anda Tutku’nun yüzü nasıl bembeyazsa onunki de bir o kadar kırmızılaşıyordu. Kendisi ona bu kadar iltifat eden kelime kullanmıyordu.
  “Kırmızı pantolon alacağım.” Gölgen Hanım’a sorsalar herhalde aklına gelecek en son cevaplardan biri bu olurdu. Dayanamadı kahkaha atıverdi. Trafiğin sıkışık oluşu yüzünden camlar açıktı. Yan arabadaki yaşlı adam baktı, ve kafasını aynı eksende, yüzünde hiçbir şekilde değişmeyen ifadeyle tekrar önüne çevirdi.
  “Evet, hatta aslında Emre için de izin istiyorum.” Bu sefer gülme krizine girmiş gibi gülüyordu. Tutku ise yine tam bir Fin gibi yüzünde soğukkanlı, ciddi, dürüst ve güven dolu bir yüz ifadesiyle dikiz aynasından Gölgen Hanım’a bakıyordu. Yandaki yaşlı adam arabasının sağ camını kapattı.
  “Ne alem kızsın sen. Haha - ha- haha. Bak tutamıyorum kendimi. Ayol böyle izin sebebi mi olur. Haha, ha, ayyy. Sen çok yaşa. Ama tamam neden pazar günü değil de illa yarın gitmek istediğini söyle ikinize de izin vereceğim.”
  Tutku, Emre ile gözgöze geldi. Emre ciddiyetini korumaya çalışıyor ama inceden de kendini tutamayıp gülüyordu. Tutku sevmezdi. O ciddiyse Emre de ciddi olacak, o gülüyorsa Emre de gülecek.
  “Pazar günü güneşli hava. Yarın yağmurlu. Ben soğuğu seviyorum.”
  “Yok, olamaz. Mümkün değil.”
  “Lütfen?”
  “Güzelim sen bildiğin Fin’sin. Ayol Güneş sevilmez mi? Türk olamazsın, bu mümkün değil. Haha - ha. Pardon, yine gülme tuttu beni. İzin konusuna gelirsek. Beni kandırmak için küçük çocuklar gibi tebeşir yutup izin istemeye gelen vardı. Yeminler etti kaç defa acile gideceğim diye. Ha - ha akılsız adam, gömleğinin yakasında tebeşir tozlarını silkmeyi unutmuş.”
  “Bu ne anlama geliyor?” Tutku ilk defa güzelliğinin hakkını vererek gülümsemeye başlayıp heyecanla sonucu bekliyordu. Emre ise Gölgen Hanım gibi izin konusunu Tutku’dan şimdi duyuyordu. Heyecanlanmamak elde değildi.
  “Tamam be kızım. Ama sakın şirkettekilere pantolon almanız için izin verdiğimi söylemeyin. Dürüstlüğünden dolayı izin verdim bak. Sizin yüzünüzden çift kişilikli oldum çıktım. Şirkette ciddi patron Gölgen, arabada geveze kapı komşusu Gölgen. Haha.”
  “Çok, çok teşekkürler Gölgen Hanım, çok sağolun. Söz, söylemeyiz kimseye.”
Trafik akmaya başladı artık. Güneş son demlerinde. Tutku usulca Emre’nin elini tuttu. Sol taraftaki yaşlı şoförün onlara baktığını gördü. Adam bir yandan gaza bastı bir yandan kafasının eksenini değiştirmeden önüne döndü ve yüzünde ifade değişikliği olmadan devam etti.
  

26 Ekim 2014 Pazar

Ankara Sığmıyor İçime - 1

Ankara sığmıyor içime
Betonun, taşın rengi, yollardaki makam araçları…Yoğun.
Kızılay’dan Tunalı’ya giderken grilerin arasına sıkışan Kuğulu Park
Başka nasıl çalınır ki bir parmak bal ağıza?
Güvenpark’ta gördüğüm o kadar insan hafta sonu nerede…Diyemeden:
Güneşliyse hava odunlu semaverlerle yeşilliklerde
Soğuk, yağışlıysa tıklım tıklım AVM lerde.
Ankara demek sanat da demek aslında
1 Ekimden başlayan Devlet Tiyatrolarında yer bulmak
Hendekle devenin ilişkisinden bile karmaşık.
Buranın saatleri bile düzenli
Sabah 7-9, akşam 5-7 arası trafiğe çıkmadın mı? İyi ettin.
Çünkü Ankara’da en gezilmez saatler bunlar
Her sokakta ceketli, kravatlı amcalar
Eli kitaplı, sırtı çantalı kardeşlerim koşturmaların içindeler.
Saatlerden bahsederken şunu da söylemeliyim ki
Akşam 9dan sonra hayat ya Sakarya’da ya da Bahçeli’de…
Alternatif olamaz mı diyebilirsiniz ki o da var: Ev.

...

Bir gün Ankara'ya gelirseniz
Çankaya’da 50.Yıl Parkı’na çıkın mutlaka
Mümkünse gece olsun çünkü bütün ışıklar sönerken
1923’te karanlığı deviren ışık daha net görünür yüzünüze!

25 Ekim 2014 Cumartesi

TARÇIN KOKUSU

  Çocukken unutamadığınız bazı kesitler olur, zihninizde üzeri pamukla örtülüdür ve her dokunuşta gerçekten hissedersiniz o yumuşaklığı. Dudaklarınız kıvrılır ve istemsiz bir şekilde yolculuğa çıkar bakışlarınız. Mutlu eden bir burukluktur o aynı zamanda, özlemle beraber koca bir yumak olmuştur çünkü.
  Benim de anımsadığım kesitlerden biridir 'tarçın kokusu'...Bazı hafta sonları kokusunu duyduğum an tarifsiz, hatta belki saçma ama kocaman bir mutluluk sarardı beni.Tüm bunları yapan, tarçınlı bir kurabiye...Tabii ki bu sadece bir semboldü.Beni mutlu eden anlara denk geldiği için belki de böyle bir koşullanmaya sahiptim.Ya da o anlara dair anımsadığım bir şeydi işte tesadüfen. Ama bunun tarifi,tanımı her ne olursa olsun hala aynı etkiyi uyandırıyor bende. Öylesine mutlu oluyorum ki, huzurun lügatımdaki diğer anlamlarından biri oluyor çoğu zaman. Burnumda hissettiğim an dinginleştiğim ya da dinginleştiğim an burnumda hissettiğimdir o koku...Bilinmeyen altıncı bir duyu organı, bir hissetme biçimi varsa eğer, benim için huzurun kokusu olmaya adaydır o koku...Uzun zamandır derinlerden hissedemediğim, ama şimdilerde sürekli burnumun ucunda dolaşan bir büyüdür o koku...
 Şimdi anlıyorum, bayadır tıkalıymış meğer burnum. Alamadığım her havayı, içim bir eksilerek veriyormuşum meğer. Ya da öylesineymiş işte her içime çekişim havayı. Hissedemiyormuşum işte, o karmaşık ve pis havadan çekip çıkaramıyormuşum tarçın kokusunu. Çok özlemişim ta içime kadar çekip, en derine gelince gülümsemeyi, zihnimi ve kalbimi dinlendirmeyi, gözlerimi kapatıp huzurun maviliklerini seyretmeyi...Elbette korkuyorum tarçın kokusunu tekrar alamamaktan, ama bu sefer onu alamama korkusunun,beni katılaştırıp almamı engellemesine izin vermeyeceğim. Sürekli hissetmek istiyorum çünkü, arada bir şekilde dağılsa bile, sürekli var olduğunu bilmek istiyorum.
 Elimdeki bir fincan kahvenin sıcacık buharı nefesimi ve gülümseyen yüzümü bir kat daha ısıtırken söylüyorum şimdi: Kaybolma huzurum...Kaybolma tarçın kokum...

23 Ekim 2014 Perşembe

GAMZENE DOKUNABİLİR MİYİM?

                                                                                       18.10.2014


 Gün gülüşlü güzel..;


 Bir mektuba nasıl başlanır?
 Bir erkeğin dudağı, bir kızın gamzesini nasıl öper bir yandan dudağının ucunu da öperken?
 Filmde gördüğün kızın kaşları, aynı onun kaşları gibiyse, özlediğini hissetmek ne kadar normaldir?


 Bu şehre kar yağıyor, yani daha yağmadı ama kış geldiğinde yağıyor. Bu aralar yağmur çok, bir yere çıkartmıyor. Planlar iptal oldu. Ben de oturdum tüm gün.
 Mandalina yedim.
 Henüz akşam olmadı, yemekte ne yiyeceğimi bilmiyorum. Yarın da boşum.
  Geçen gün arkadaş karşı masada bir kızı gördü. Etkilendi. Baka baka doyamadı. Kız bizim arkadaştan habersiz, karşısında oturan arkadaşının falına bakıyor. Heyecanlı anlatışı bizimkinde de heyecan yaratıyor. O da konuşkan. Tanışsalardı susmayabilirlerdi. Kafeden ayrıldık.
  Geçtiğimiz on günde üçüncü filmimi bugün izledim. Benim için harika bir sayı. İzlediğim üçüncüyü sana söylemedim. (Bulman zor olmasa gerek.) Bulunca izlemelisin; kendini bulacaksın. Belki de seni uğraştırmam, fırsat olursa söylerim.
 Piyano sesi en çok sonbaharı seviyor. İzlediğim filmin müziklerini dinliyorum. Notalar Fransızca çalıyor. Neyse ki anlaşılıyor. Notaların dili olmuyor çoğu kez. Hissettiğimi hissedebilirsin rahatlıkla.  
 Gizliliği seviyorum. Bilmece oynamayı. Gerçi bazen de (bazen kelimesini sevmiyorum) körün üstüne gidiyor, korkumu umursamadan söylüyorum ne diyeceksem. (Bu mektubu yazarak yine yaptım sanırım) Fark etmez. Öyle kırınımlardan sağ çıktım ki, şüphenin işi yok bende.
  Sıkışık zamanlara giriyoruz. İşlerimiz, başarmak zorunda olduğumuz görevler, var. Anlatmanın, konuşmanın sınırı yok ya; bu mektubu yazdım. Sahibi kafesinde sansa da ara sıra bana uğrayan bir kuşun ayağına bağladım. Sahibine ulaştıracaktır.
  Bugün cumartesi. Perşembe geldiğinde bir anlamı olmayabilir yazdıklarımın, ama şu an önemli.


Az daha unutuyordum yazmayı. Birgün sesini duymak istiyorum. Ama öyle bahanesiz. Sebep yokken arayıp ‘pat’ diye konuşmak. Ne de olsa mektubun yerini telefonlar aldı.
 En son aylar önce göründün.
 
 Kaderim kulağıma bir şeyler fısıldamış olabilir mi, daha ilk andan?
  İlkbaharın nisanı mı büyüktür, sonbaharın kasımı mı?
  Gamzene dokunabilir miyim?
Bir mektup nasıl bitirilir?

21 Ekim 2014 Salı

İKARUS MİSALİ

İlla sana mı yazmam gerekiyor bütün hikayelerimi? Her satırda seni anmak, her şarkıda seni  bulmak, her rüyada seni görmek zorunda mıyım? Umursamaz tavırların bir körük ardında bıraktığın yangında. Ne olurdu yardım etsen? Kendi kendime aşmayı öğrendim sensizlik uçurumunu. Bencil olmayı, daha güçlü olmayı, yaşamak için yaşamayı, başkası için değil ihtiyacım olduğu için nefes almayı senden öğrendim. Şimdi ise yükseklerde uçuyorum, sayende dibi gördükten sonra. Sonumuz İkarus gibi olmasa bari. Benim kanatlarım imbatta süzülen martıların tüylerinden. Biraz tuz, biraz defne, biraz İzmir, biraz sen kokar. Yine aklım oyunlar oynayıp getirirse ayaklarımın ucunu uçurumun önüne, çekinmem yolarım kanatlarımı atlarım boşluğa gözümü kırpmadan. Belki uçurumun dibi daha az acı vericidir sebebi sen değilken. Kimine göre yerden yere vurdum ama yine de dönüp de "keşke" demem, arkandan bir söz etmem. "Canın sağ olsun." titreyerek çıkar dudaklarımın arasından, ama çıkar yani, söylerim. Sen söyler misin hiç arada?

20 Ekim 2014 Pazartesi

SONDAN SONRA

Bir gün daha bitti
bir gün daha gitti ellerimizden
belki iyi, belki kötü
herkes gibi, her şey gibi
çekip gitti sessizce...
kimi giderken ruhun duymaz
kimi giderken bağıra bağıra gider
kimi gidince sevinirsin
kurtuldum dersin
bazıları ise sana ait bir şeyi
kalbini almadan gitmez
ama herkes mutlaka gider bir gün
her şey biter
iyi, kötü farketmez
bazen giden de istemez gitmeyi
kalmak ister sonsuza dek
ama bazen sonsuzluk da biter
bazen o sonsuzluk ayırır gidenle kalanı
bazen gidendir kara toprakla buluşan
bazen kalan
bazen iyi taraf konusur o soguk mermerle
dertleşir
bazen kötü taraf
ayrılık sondur iki taraf için de
ama sonsuzluğu unuturlar
Ve mutlaka karşılaşırlar
sondan sonra sonsuzluktan önce

18 Ekim 2014 Cumartesi

Artık Toprak Zaman

15 lerimdeydim. Kıvırcıktı o zaman. Şimdi de Değişmedi ki, röflesinden jölesine, diplerine işlenmiş sigara kokusuna kadar net. Elinde nescafesiyle kapıda belirişi yeterdi bize. Biliyorduk çünkü sertti. Güçlüydü. Pankreasını işgal eden tümörün inadına dağ gibiydi. Hep cümlelere çok anlam yüklediğimi söylerdi. Öyle şiir okurdu ki en taş yüreklere yürürdü su. Çocuklarıydık biz onun Can'ına kardeş. Bugün Yahya Kemal Nuriye hocasını kaybetti. Biz narin, sevilen, anne gülüşlü edebiyatımızı verdik toprağa. Nur içinde uyu öğretmenim, senin yetiştirdiğin 95nesli asla unutmayacak seni. Artık Toprak Zaman...

15 Ekim 2014 Çarşamba

KOMİK BİR DURUM

“Ne zamandır buradaydın?
“Gecesiz kırk gün, geceyi eklersen iki katı.”
“Uyuyorsun diye saymayalım mı yani geceleri. Komik olma.” Dedikten sonra alaycı bir gülüş attı.
 Uyumuyordum. Bazen iki gün bazense üç gün uyumadığım olmuştu. Komik değildi. Bunun komik tarafı yoktu. Yirmi dört saat boyunca kendimle konuşuyor olmam komik değil acı bir durumdu. Senin hiç üç gün boyunca uyumadığın olmuş muydu, diye soracaktım, vazgeçtim. Cevabı pek de merak etmediğimi hissettim. Sordum:
“Sen neler yapıyorsun?”
“Benden bahsetmeyelim.”
“Sen bilirsin.”
 Gözlerim kan çanağı gibiydi. Sorunca alerji diye cevapladım. Uzun bir sessizlik oldu. Ne diye rastladıysam.Aslında oturmak zorunda değildim. Kalkmak istedim. Kalkıp gitmek istedim. Komik bir durum değildi.
“Ne zaman gideceksin?”
“İkinci gece. Gündüzleri çıkarırsan bir gün sonra.”
 Ceketimi aldım, yürümeye kaldığım yerden devam ettim.
Dostluğumuzun birkaç yıl öncesi gibi olmadığı aşikardı. Alışkınım zaten böyle eskiyen dostluklara. Her sene bir kayıp. Komik bir durum değildi, fakat tuhaf olanı, üzülen de yoktu.

14 Ekim 2014 Salı

SEÇ TEMİZ BİR SAYFA

     "Pat" diye konuya girmeyi pek sevmem. Olayı anlatmaya biraz öncesinden başlayıp, hikayelerle, detaylarla olayı karşımdaki kişiye yaşatmak isterim. Bu yüzden konuların girizgahı ve bir de sonunu çok severim. İnsanların aklında en çok kalan kısımlar olur, doğru bir şekilde kullanılırlarsa.

     Ama maalesef bu hikayeye uzun bir giriş yapamayacağım.  Ne bendeki dil yeter derdimi anlatmaya, ne de sizdeki sabır beni dinlemeye yeter. Hani, "sussan olmaz, susmasan hiç olmaz" denilen durumlarda çekilen bir derin "ah" vardır ya, "konuşmuyorum ama konuşsam..." anlamı taşır, onunla başlıyorum ben de.

     Ahh!

     Affetmek büyüklüktü hani, ya da erdemdi? Ne sen affettin beni, ne de ben seni. Vazgeçmedik ki ikimiz de kahrolası inatlarımızdan. Bir adım atsan on adım atardım sana, hem de koşarcasına. Nasıl dersin ki "Yok, hayır. Konuşmuyorum bile.", ben onca şeye rağmen seninle iki kelime edebilmek için heyecanlanırken. Dünya küçük. Bu doğru kesinlikle, e peki İzmir niye bize çok büyük.Kaybolup karşılaşamıyoruz şu şehirde hatta semtte. "Karşılaşsak ne diyeceksin?" diye sorabilsen, cevabım: bilmiyorum. Sadece beni gördüğünü bilmek bile... "Ne hali varsa görsün, geri adım atmıyorum." desem de görünce unutuyorum dediklerimi. Her zaman aklımda tek bir şey tekrarlanıyor: "Çok özlemişim. Keşke... Peki, o da özlemiş midir?". Senin de aklından geçiyorsa bunlar, bir "merhaba" de bana , en azından gül. Dediklerimi yok sayıp sonsuz geri adım atacağım elimde bembeyaz sayfalarla. Seç en beyazını başlayalım tekrar. Ya da seçme bırak bana tüm kağıtları. Sana anlatmam gerekenleri dilsiz beyazlıklara anlatayım. Yerini tutamaz ki. Derdime çare olamaz ki, sen gibi destek olamaz ki bana. Ama ilk önce geri dön ve seç bir beyaz sayfa. Geç bile kaldık zaten.



Duymasan da okumasan da sözlerim sana. (Y)

(Doğum günü hediyem ol.)

13 Ekim 2014 Pazartesi

SON ŞİİR

Bir sonbahar günü
ellerimde yağmurlar
sen de oradaydın
kaçak gözlerinle birlikte
sen de oradaydın
bir saniye göz göze gelsek
ömür boyu donakalacağımı bildiğin için midir bilmem
hiç bakmadın gözlerimin içine
baksaydın belki farklı olurdu bu defa
anlatırdım sana heyecan yapmadan
belki bu defa hissederdin bir şeyler
belki bu defa atardı kalbin benim için bir kerecik de olsa
dünya tersine dönerdi belki de
bir yağmur damlasıydın hayatımda
avuç içime denk gelen ilk damla
sana aşık olmam aslında çok saçma
yaz adamıyım ben
deniz hayranı
seni saklayamam avuçlarımda
belki bir gün ege kıyılarına düşersen yaz yağmuru olarak
severim seni
ama şimdilik elveda peri kızı.

12 Ekim 2014 Pazar

SEVGİLİNİN ANILARI

Bir felaket hatırlıyorum. Sisli bir gecede şimşekler çakarken gözlerine, Yağmurlar yağdı göklerinden, Sağanak oldu sözlerinle. Bir felaket hatırlıyorum. Fikirlerim yıkıldı, çöktü kalbimin üzerine. Duygularımın depremiydi, Yine duygularım öldü içinde. Bir felaket hatırlıyorum. Ölüm gibiydi, kapkaranlık bir gecede, Çığlıklar yükseldi sokaklardan, Son seven ölürken harabe şehirde. Sonra bir ölüm hatırlıyorum, Boğulan bir adam, çırpınırken maviliklerde. Son nefesini verip yok olan, Adı unutulmuş severken seni, aşıkken güzelliğine. Ve o adam bendim. Hatırlıyorum. Gitme diye her şeyimi vermişken ellerine Ve sen tüm bu felaketleri yaratırken ellerinle, Sevmediğini görüp öldüm. Gözlerimi son kez umutlarıma kapatıp kalbinde, Öldüm. Çığlık çığlığa, buz gibi felaketlerde...

11 Ekim 2014 Cumartesi

ÇIRPINIŞTAN ÇARPINTIYA

  Bulunmayı bekleyen her kayıp gibi sabırsızdı şimdi içimdeki kuş. Kendi kendine çırpınıyor; ilerlemek, özgürce manevralar çizmek istiyordu içimin gökyüzünde. Ama öyle bir yerde kaybolmuştu ki, hissediyor; fakat bulamıyordum. Masmavi ve uçsuz bucaksız derinliklerimde sadece kanatlarını oynatabiliyordu. Takılmıştı çünkü ve ancak bulabilirsem kurtulabilecekti ruhumun kesif köşelerinden...En ufak bir işarette canlanıyor, hızlıca çırptığı kanatları; kaskatı duran bedenime inat büyük bir boşluktan atlatıyordu adeta beni. Canımı acıtıyordu ama aynı zamanda. Diken gibi batıyordu her 'çırpınışı' ; hepsi bana birer 'çarpıntı' olarak geri dönüyordu. Sanki yolunu kendi bulacak ve derin bir soluk verişimde ağzımdan çıkıp "İşte bu!" dercesine uçacaktı sana doğru.
 Kendimde biriktirdiğim ve boğazımda düğümlenen 'her şey' di içimdeki kuş...O derecede yakındı ki gırtlağıma, meydana getirdiği çarpıntılar; boğazımda atıyordu kalbim ve sıkıştırıyordu beni deli edercesine. Kaçıp uzaklaşmak istiyordum o anlarda kendimden. Tüm şirazemi altüst ediyor, gözlerimi karartıyordu uslanmaz çarpıntım ve delicesine  kaçmak isteyen içimin kuşu. O istedikçe  batarlar giriyordu bir elimle sıktığım başıma. Çünkü kendimden kaçamıyordum, senden kaçtığım gibi. Tam başardığımı düşünürken ve yalnızlığımla baş başa kaldım derken, yine hızlanıyordu soluklarım ve kendi nefesimi ensemde hissediyordum. Yakalanmıştım işte yine kendime! Kaçamazdım ki...Her niyetlenişimde teslim olacaktım, biliyordum ama erteliyordum kendimi, kendi ayarladığım saatimle...
 Bir yanım da gülüyordu kendime, tek yanağıma yığılırken dudaklarım. Çünkü yine biliyordum ki; bu sefer bir gün çaldığında tekrar kurmayacaktım ertelediğim saatimi, tekrar kaçamayacaktım kendimden ve bu kez ensemde hissettiğim, kendi nefesim olmayacaktı...Sonunda yolunu bulup sana doğru uçacaktı tüm kuşlarım. Gerçekten uçacak mıydı? Kestiremiyordum; fakat benden kaçacaklardı, biliyordum...


9 Ekim 2014 Perşembe

HALA

   “Akıldışılığın zehri çabuk yayılır.” diye başlıyor Murathan Mungan Kibrit Çöpleri’nde, Akıldışılığın Zehri adlı öyküsüne. Bir buçuk sayfalık öykünün ortalarında da şunları söylüyor: “Akıldışılığına sığındım. Onun da bunu akıldışı bulacağını biliyordum, bu yüzden hiç kuşkulanmadı. En eski, en arkaik, en basit çözüm hangisidir, diye düşüneceksin her zaman. İnanılmaz olan sonuca götürür.” Ne kadar haklı bir söylem. Geçmişte bıraktığımız yüz elli yıllık dönem akıldışılıklar, imkansızlıklar, saçmalıklar, boşa uğraşlar yılı değil miydi? İmkansız denilen şeylerin gelişimini tohumun koca bir ağaç olması gibi hayretler içinde izleyip okumadık mı? Oturdukları yerden imkansız, boşa uğraşıyorsunuz diyenler bugün susup haklı olanları hayretler içinde izliyorlar. Başaracağına inanan insanlara inanmak lazım. Bu yüzyılda imkansıza yer yok!
  Güney Kutbu’nun keşfi çok üzücüdür. Hatta tam bir trajedidir. Stefan Zweig’ın da deyimiyle milyonlarca yıldır ayak basılamayan Güney kutbu bir ay içinde iki farklı kişi tarafından keşfedilmiştir. Roald Amundsen ilk varan kişidir, ve bu keşiften sağ dönebilendir. Onun için ne kadar büyük bir başarıdır, ilk olmak! Sadece kilometrelerce arkasından gelen Kaptan Scott önlerindeki Amundsen kafilesini görmüştür. Fakat bu çabayı, bu uğraşı karamsarlığa teslim edip geri dönmemiştir. En sıcak havanın eksi kırk olduğu kutupta ilerlemeye devam etmiştir. Beş arkadaşıyla birlikte vardığında ise Amundsen’in asılı bayrağını görmüştür. Belki ilk olamamış, dönüş yolunda beş arkadaşıyla birlikte can vermiş ve hayatını adadığı bu görevi tam anlamıyla bitirememiş olabilir fakat Kaptan Scott başarmıştır. İnandığı şeyi başarmıştır. Bu görevin soğuğuna, uzaklığına, bilinmezliğine, içinde taşıdığı şüphelere ve her türlü zorluğa göğüs germiş ve Güney Kutbunun ikinci sevgilisi olmuştur. İlki keşfedip gittikten sonra onu keşfeden ikinci kişi olmuş ve, Kaptan Scott başarmıştır.
  Tekrar söylüyorum, bu yüzyılda imkansıza yer yok! İşte, bir örnek daha. Elektriğin icadı ve telgraflar sayesinde mesajlar kısa mesafelerde de olsa iletildi. Fakat inanan insan durmaz. Sıradaki amaç Amerika’dan İngiltere’ye denize kablolar atarak mesajı iletmek. Akıldışı! 1850lerden bahsediyorum. O zamanın teknolojisi ile koca Atlas okyanusunu elektrik kablolarıyla donatmak ve Amerika’dan İngiltere’ye elçisiz mesaj yollamak, daha neler! Elbetteki ilk iki deneme başarısız oldu, kablolar dayanmadı, fakat üçüncü denemede Amerika başkanı Buchanan ile Kraliçe Victoria’nın birbirine ilettiği mesajlar ulaştı. İnsanlar zafer sarhoşu oldular. Fakat bu mesajdan sonra kablolar tekrar mesaj getirmedi. Bir başka mesajın ulaşması için henüz on yıl vardı. Ama o zamanın insanları sonunda bunu başardı, dönemin zengini Cyrus W.Field sayesinde. Yanyana olmayan iki kişi birbiriyle anlaştı, birbirlerine bir mesaj vermeyi başardılar.
Ama günlerce, aylarca ama yıllarca; inanan insan vazgeçmez, imkansızı tanımaz etmez! Aradaki mesafe Atlas Okyanusu da olsa mesajını iletir, gideceği yer Güney Kutbu da olsa gider..
Bana artık zor, imkansız, olmaz, görmeden etmeden, duymadan, şöyle yaparsan, böyle olursa diyerek gelmeyin. Ben inanıyorum! Hala dünyada keşfedilecek şeyler var ve hala bir insan koca bir dünya ve hala...

7 Ekim 2014 Salı

TEMELİM KONUSUZLUK

                Küçük dört beş  paragraf yazamamanın bana yazı yazdırabileceğini aslında hiç düşünmemiştim. Sanırım saçma geliyordu. Yani yazmak için malzemem yok ama aynı zamanda konusuzluk yazıma temel oluyor. Gerçekten karışık ve hatta saçma bile olabilir. Ama sonuç olarak okuyorsunuz işte.
                Aslında bu yazıda vermek istediğim mesaj şu değil: Konusuz da yazabilirsiniz ya da yazmak kolay. Bunlar değil tabii ki. Yazmak, bestelemek ya da çizmek gerçekten zor işler. Çünkü gerçek tecrübeleri, duyguları ve izlenimleri başka dilde anlatmak, hem de bunları anlaşılır halde sunmak zor. "Ben kafa karıştırmak istemem, zaten sanattan da çok anlamam. Sadece rahatlamak için yazıyorum." derseniz  - benim gibi -  o zaman önünüzdeki engeller biraz daha kalkıyor. Serbest hissedip rahatlıyorsunuz ama asıl probleminiz önünüzde duruyor: KONUSUZLUK. Ne yazacağım ben? Nasıl yazacağım? Bunlar başlarda sorulan sorulardan değil ama, elimizdeki kaynak tükenince sıkça sorduğumuz sorulardan. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben konusuz kalınabileceğine inanan biri değilim. En azından bu yazıyı yazdığım andan itibaren artık değilim. Oturup masa başına, elinize kalemi silgiyi alıp bir saat boyunca yazıp yazıp silmişseniz ve sonunda hiç bir şey elde edememişseniz, bunun üç nedeni olabilir:

1- Dikkatsizsiniz.

                İnsanların günlük yaşam temposu ağır olduğu için temel ihtiyaçlarına odaklanıp genellikle onlar üzerinde düşünüyorlar. Bu işi başka yere bakarken veya biriyle konuşurken dahi yapıyorlar. Yapmadıkları zamanlarda ise beyinleri yorgunluktan yalvarır duruma geldiği için düşünmemeyi tercih ediyorlar. Sokakta, otobüste, trende giderken gördüklerinin çoğunun, 3 vakte kadar tekrar karşılarına çıktığını bilseler belki biraz daha dikkatli olurlardı. Bunun dışında hayat, önemsemediğiniz bir çok ayrıntıyla dolu ve güzellikler ayrıntılarda saklıdır. Kim bilir, belki de sizin yazınızın konusu da orada bir yerde saklanıyordur.

2-  Hatırlayamıyorsunuz.

                Belki de 1. maddeye katılmıyor ve ayrıntıyı gördüğünüzü savunuyorsunuz ama yine de ortada yazınız yok.  Bunun sebebi de yaşadıklarınızı, sizi etkileyen asıl olayları, hatırlamakta problemler yaşıyor olmanız. Ki, bu durum şu dünyada normal. Herkesin yapması ve ilgilenmesi gereken, birbirinden bağımsız tonlarca işi oluyor. Bunu not alma yöntemiyle giderebiliriz diyeceğim ama , not alma alışkanlığımızın olduğu pek söylenemez. Önemli şeyleri not edebilsek aslında, herkesin hayatı cilt cilt roman olur. Bence sadece bir gün deneyin. Sebepsizce dalıp gittiğiniz yazılara, rakamlara, kafanızın içinde yankılanıp duran konuşmalara, karşınızdakinin anlattıklarına ve bizde, bizim hayatımızla ilgili uyandırdıklarına dikkat edip kilit kelimeler yazın. Zaten yazı hazır oluyor bile.

3- Sanat Düşkünlüğü


                Bir başka neden de "sanat yapmak". Ya da yapmaya çalışmak. Çalışmak diyorum çünkü, bizim halkımız bir işten anlamadığını söylemeyi pek sevmez." Biraz araya sanat serpiştireyim." der ama kelimeler ve sanatlar arasında boğulur. Amacın rahatlamaktan, içini dökmekten çıkar, amacın sanat yapmak olur. Bazılarımız ise bilmeden kullanıyor ve yazıyor. Bitirince okuyor ve "Çok düz oldu bu." diyor. Amaç uyaklı, ölçülü ve sanatlı yazmak değil. Hatta başkalarının seni anlaması bile şart değil. Gönlünden nasıl geçiyorsa öyle yaz. Yaz ki yalan dünyada gönlünü kaldıramayacağı dertlerin altına itme. Rahat ol ve sadece biraz kendinden bahset. Gerisi kolay.

4 Ekim 2014 Cumartesi

"O" ÇOCUĞUZ HEPİMİZ GİZLİDEN

   Bir çocuğun elinde saklıdır sevinçleri. Küçücük avuçlarını sımsıkı tutar, uçup gitmesinler diye. Uçup giden herkese inat. Yitirdiklerini kalplerinde, yitirmediklerini ise hem kalplerinde hem avuçlarında gizlerler. Kimse göremesin, görüp de alamasın isterler. Sevgileri gibi de sımsıcaktır elleri, birbirine kenetlenmekten...
  Bayramlarda da hep mutlu değildir çocuklar. Hep gıdıklanmaktan gülerken dolmaz gözleri. Koskocaman özlemleri olabilir o minik kalplerinde ve bir tezatlık ancak bu kadar devasa olabilir yeryüzünde. Git ve gülümset bir çocuğu, gör bunu gözlerinde. Masumiyetini kucakla, eğil dizlerinin üzerinde. Hissetsin ve paylaşsın sevgisini senin de ellerinle...
  Git işte bugün de, diğer her gün yapamasan bile bugün git ve mutlu et. Sen de çocuk ol ve onun küçüklüğüne sarıl. Yanında değilse de ver ona sıcaklığını sesinin tınısının. Unutma;  sevgini paylaştıkların olursa bayram bayramdır. Ve utanma; her bayram, büyüse de herkes, aslında çocukluğundadır...

3 Ekim 2014 Cuma

BUGÜN SONBAHAR

Sonbahar ararım ben...

Hüzün kendini en güzel sarı yapraklarda saklar. Havaların sıkkınlığı gerer insanı. İşte benim aradığım sıkıntı o. Söylediğim her sözcüğe bağlanan yeni “tersleme”ler nikotinim benim. Azar işitmek istiyorum ben abi. Komşunun camını kıran çocuk gibi cam parçalarının birinin canına mal olacağını bilmeden üzülmek. Kovulmak istiyorum. Çaldığım her kapıdan isyan naralarını mimlemek kendime.Kızsınlar yahu bana ben iyi oldukça bütün nar çiçekleri kaktüs olsun. Gözlere dokunan içimdeki mutluluk nefret gibi görünsün. 

Beni dibe çektikçe farkına varamayacaklar arkalarında oluşumun. Menevşelerimi kendi pencerelerine bile alamayacaklar

Çünkü bir asır biterken yeni bir asır başlar ve geçen günlerin hissettirdikleri an’dadır.

2 Ekim 2014 Perşembe

ŞİİRİME FİYONK BAĞLADIM

siyah beyaz taşarken ekranlardan,
mektuplar yolda
ve böylesine yıllarla en uyumlusu saçların
öylesine siyah..
gözlerinde beliren gerçek parlaklıktır
fakat adı başka,
kendi başka güzeldir
eski fotoğrafların tadı ise daha bir başkadır.

- Gördüğüm ilk güzel kadın, bileği ince.

yıllarca yan yana yürüyüş,
sonra kapıda öpüş,
şimdilerde fotoğraflarda gözyaşı.
bununla da kalsa iyi,
seslerde kör bahar havası,
eğlendirir rüzgarı
"t" ile "r" salıncağın üst noktaları.

- Uzak kaldığım ilk güzel kadın, gözyaşı hükmünde.

kovalanan hayaller yıllar boyu,
yılların adı ömür.
gelmedi sıra sana; benden, bizden.
elimden gelen bu;
başardığım hayallerim kıvılcımdır,
bende görüldükçe
mutluluk ateşi yansın,
sende yansın
sende de yansın;
en kötü günde bile sönmesin.

- Bana ilk şiirlerimi yazdıran güzel kadın, varsın ki varım.
- Ağlama, gül...

  *******

Bir gün önceden olacak ama DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN ANNEM.. SENİ ÇOK SEVİYORUM... Doğum gününün ilk saatlerinde karşında olmak umuduyla; Fiyonklu şiirim sana.. "etmişimdir" ;)