31 Ocak 2015 Cumartesi

KARIŞIK

Ellerim gördü gittiğini
Gözlerim yokluğunu işitti
Kulaklarıma da sindi kokun
Kafam dalgın, algılarım değişti...
Dokundu tenime adın,
Burnuma geldi tadın
Sağır eden her bakışın
Çınlattı içimi, beni titretti...
Gülümsedim dalgın halime
Kızdım,unutan her saniyeme
Karıştırdım bana ait her şeyi
Bulamadım hislerimi de yerli yerinde...

30 Ocak 2015 Cuma

KARMAN ÇORMAN HAYATLAR

İnce bir çizik bazen
Ya da koskoca yara...

Hoşuna gidenleri yaparken
Önüne serilecek engeller.
Her girişim seni senden uzak tutmaya çalışacak.
Dudaklarını mıhlayacak kızgın demir.
Âmâ’nın gözlerinden evren...
İşte bütün görüşün bu olacak.
İçindeki alev istediği kadar küllensin
İnce bir çizik bazen
Ya da koskoca yara...

Emeklemeden koşabilme hayalin,
Güneşle ıslıklaşan martılar,
Yahut çiçek tarlasına düşen çiğ taneleri,
Sen hepsine inanmışken
İnce bir çizik bazen
Ya da koskoca yara:

Yanıbaşında
Ya da çok...

29 Ocak 2015 Perşembe

KAFEDE OTURAN

Sol ayağım içeri girdi sağ dışarıdayken, sol elim ceketi silkeledi. Sağ ayağım da içeri girdi, ilk temas gerçekleşti saçımı ısıtan klimayla. Sağ elim saçımı düzeltti. “Hoşgeldiniz beyefendi.” Bana dedi.“Tek misiniz yoksa gelecek var mı?” Nasıl yani? Ceketinin üst düğmesi kopacak, dur bir saniye, arkada çalan şarkı ne? Elbette, haklısın, Queen olmalı, You don’t fool me. İki kişilik masa olsun, gelecek.
 On masa, on bir insan, ben dahilim.
 Televizyon açık, birisi bağırıp duruyor, altyazıda işçiler, insanlar ölüyor, son dakikada bağıranın sözleri kırmızı yazılıyor.
 Saat iki, yirmi üç dakika da cilası.
 Sağ elim havada, garson görmüyor. Sabrediyorum, elimin uçlarına kan gitmiyor. Görüyor. “Buyrun efendim.” Menüde gökyüzü yazıyor, özelliği ne? “Kendi üretimimiz olan mavi bir sos efendim.” Gökyüzü bu, mavi olmaz her zaman. Gece siyah olur, yağmurluysa gri olur. Gökyüzü’nü istiyorum, içinde mavi sosunuz olmasın. “Nasıl isterseniz efendim. Yanında içecek bir şey ister misiniz?” Hayır, istemiyorum. Gelince alırım. Karşımda olması gereken gelince.
 İşte geldi. Renksiz gökyüzü. Fena değilmiş.
 Kapı açıldı. Yüzüm gülüyor, bu benim kızım çünkü. Gurur duyuyorum onunla, yanımda olmasından güç alıyorum. Gülümsüyor bana gelirken. Hemen oturdu karşıma.
 Özlem sonrası buluşma ne harika şey.. Elini tutmak, saçlarının kokusunu duymak, hissetmek, güç almak..
 Yüzü düştü, hatta çirkin bir yüz ifadesi takındı birdenbire. Ne oldu birden? “Senin sol arkandaki adam bana bakıp duruyor geldiğimden beri.” Bir anda dönüp baktığımda bana bakıyordu. Uzun süre göz göze kaldık. Kafamı çevirdim. Hala bakarsa söyle. “Hala bakıyor.”
 Sen kime baktığını sanıyorsun ha! Nasıl adamsın lan sen yanında erkek olan kıza bakıyorsun! Dön önüne, tatsızlık çıkmasın anladın mı, dön önüne! Bize bakıp bakıp ne yazıp duruyorsun sen lan sürekli, sana diyorum lan! Al kalemini kağıdını s… git lan burdan! Elimi uzatıyorum, ver lan bana kağı
 

Kalemimi aldım, kağıdımı bıraktım ona. Başlıksız ve bitişi olmayan bir öykü oldu bu sefer, hem de onda kaldı. Hesabımı ödedim. Kapüşonumu taktım. Çıkarken klima saçımı bozmadı onunkini bozduğu gibi.
 

27 Ocak 2015 Salı

SORAN OLURSA

Kol saatimin benden cılız çubukları zamanı kırk yararken ince rüzgar uzun ve kirli saçlarımın arasından geçip nazikçe okşuyor sıkıntıdan kazıyarak yara yaptığım kafa derimi. Ferahlıyor bir derece de olsa. Elimi alnımdan ense köküme kadar gezdiriyorum. Gökyüzüyle göz yaşlarımın tatlandırdığı denizin kavuştuğu o sıcak renge bakıyorum. Zaman duruyor o anda. Zihnimden saatler günler akıp giderken kahrolası cılız çubuklar atmıyor. Derin bir sessizlik. Sadece kalbimin ritmi kulaklarımda. Korkup arabama dönüyorum. Camı biraz aralayıp radyoyu açtım. Titrek ellerle montumun cebinden bir sigara ödünç alıp yaktım. Soran olursa duman olursa gözümü yaktı, arabaya gelirken düştüm falan. Kim bilecek ki gülü seven bülbüle dikenlerin battığını?

26 Ocak 2015 Pazartesi

Bir Cümle

Çok uzaklardayım denizden
Ama işte tam karşımda
Güneşin yeryüzüne düşen bir parçası
Güzel ve keskin kokulu
Deniz her daim yanı başında
İzmir gibi mesela
Güler yüzlü, sıcakkanlı
Ankara’nın tüm insanlarına inat.
Gülerken gözleri parıldayan
Ya da gözlerinin içindeki o çocuk
Her zaman gülen…
Yüzünde deniz saklı
Ya da İzmir’imin daha önce geçmediğim
Adını duymadığım
Denizin huzuru kaldırımlarına işlemiş
Bir sokağı…
Konuşmasında dalga ve martıların sesi gizli…
Bu yaşaması zor olan şehirde
Yüzümü güldüren,
Kalbimin ritmini kaçıran…
Göz gözü görmese de etkilendiğim
Ve sonsuza kadar söyleyebileceğim
Bir cümle:…
                ***
Ama önce
Sakla beni…



25 Ocak 2015 Pazar

ZAMANLA...

Konuştuğun duvarlar mı oldu?
Taş bir plak mı çalıyor fonda?
Ellerin semada, gözlerin yolda..
Sarmış etrafını, yalnızlık korkusu

Yılmazsın artık beklemekten,
Sitem eder,gücenirsin kendince..
Ama her şeyi unutursun gelince,
Geçer hepsi, sarılınca yürekten..

Anlamazsın nasıl geçmiş bu zaman,
Hislenirsin, hep anarsın geçmişi..
Unutmazsın ne var ne yok yaşanan,
Titreyen ellerin kurular gözlerini...

Yargılarsın kendini,içindeki mahkemede,
Sorgularsın benliğini  ince ince kafandan...
Özlersin iyi kötü herkesi, aklın eskide.
Hızlı geçti diye hesap sorarsın zamandan,
Ayrı düşmek istemezsin,belki de hiç doyamadan...





23 Ocak 2015 Cuma

İNSANSAL DÖNÜŞÜM

İnsanlık bir adım daha yaklaşırken yarınına, üzerinde yürüdüğü her zemin ona aynen itiyor enerjisini. Uzuvların temas ettiği her an’da aslında verdiği gücü geri alarak hareket ediyor. Yorgunum diyen her canlı geri gelen enerjisini kabul etmemesinden… Onlar bu gücü geri alamadıkça başkalarına geçiyor ve kaybedenler sadece “Şaşıyorum senin enerjine yaaa bitmek bilmiyor” diyebiliyor. Halbuki enerji yok olamaz, yoktan var edilemez. Döngü içerisindedir ve sen yorgunum diyorsan zaten kendini bu döngüye hiç almamışsın demektir. İstediğin kadar özen sen diğerlerine. Önce kendini kabul etmelisin vücudundan içeri, inanıp verdiğini geri alabileceğini bilmelisin. Hayatta hiçbir şey yok olmaz, sadece dönüşür. Öfke kine, acıma şefkate, naaşlar toprağa… bu dönüşümün parçası değilsen eğer, kısırsın. Senin duyguların, iç enerjin yok, seni saran aura yalnızca kılıf. Senden çıkacak spermler çevrendeki yumurtalara ulaşamadan… puff! Nerede sevgi, nerede canlılık?

21 Ocak 2015 Çarşamba

GÖKYÜZÜ ZIMPARASI

Gökyüzü gecesi,
mutlu olmak inancı adı altında koşar adım giderken
iki ileri bir geri,
her gece seni düşündüm
aptal insanların aptal gülüşleri gibiydi suratım uyurken.
senin gibisini görmemiştim derler şiir sokaktalarda
şimdi düşünüyorum, sen gibisini görmemiş miydim gerçekten?
ama,
ama aynadaki?
gözlerinle gözlerim Asaf paradoksuna dönüyordu
ha senin gözün ha benim gözümdü;
iki gözde de aynı curcuna, aynı çocuk şımarıklıkları.
evrenin her saniye genişlemesine inat ben sana her saniye yaklaştım
her saniye ben, sen oldum, bu kendi evrenimde



Zımpara gecesi,
bozacıların sesi gelmiyor sokaklardan artık
senin de sesin gelmiyor bana
gözlerin vardı, o anı hiç unutmadım demiştim.
unuttum
beynim yorgun düştü hatırlamaya çalışmaktan, ben de unuttum.
belki de unuttum diye şimdi bu haldeyim,
boynu kısa kalmış da en taze yaprakları yiyememiş zürafa gibi.
Uzamaya çalışıyorum.
Gökyüzü zımparası,
kar yağıyor, kar küremeler kocaman sesleriyle kepçe dolusu kar toplarken
içim içimden gidiyor, uçurum sesiyle kalbimden seni toplarken.









20 Ocak 2015 Salı

YALNIZLAR BANKINDAN SELAMLAR

Rakı içmenin bir adabı vardır. Bir kiminle içtiğini bileceksin, bir de kime.

Oturdum soğuk bankımın sol köşesine, yüreğimin yükünü dengelesin diye. Ya da gönül mezarlığında yatan yaşayan ölülerin ruhları için yer ayırdım. E kiminle içiyorsun dersen yaramla karşılıklı sek atıyoruz. Hayatta gerçek olduğuna inandığım yegane varlığımla. Sağ ayağım bile sol kardeşine güvenmezken , acaba ardımda mı, önümde mi, benimle mi diye merak ederken, beni ağır aksak yürütürken ben nasıl sorabilirim kadehimi tokuşturacağım kimim var diye? Bana eşlik edecek bir iki müziğe bile gerek yok , ses tellerim ince ince ağlamaklı sızlarken. Gözlerim takıldı bir ara uzaklara. İstanbul panoraması bir başka güzelmiş dolu gözlerle. Işıklar göz alıyor senin gibi. Anason yar gibi kokuyor. İstanbul'un taşı toprağı altın diyenlere inadım ve gözlerimdeki suskun haykırışım, taşı toprağı aşk. Yumuşak ve narin okşuyor ellerin gibi, sırtımı sıvazlayan rüzgar. Üşütüyor inan ama söndürmüyor da yanan içimi. Ayağım karıncalanıyor, köprüsü sallanıyor zihnimde, gönlümün kalabalık odaları ıssızlaşıyor. Bana düşense son yudumu alıp, ceketimin ensesini yukarıya kaldırıp evime doğru yalpalayarak yürümek. Size iyi geceler ya da iyi günler.

19 Ocak 2015 Pazartesi

OYUN

Birini sevdim bugün...
Kaçamak gözleri vardı.
Birbirimize bakıyorduk sürekli,
Hiç göz göze gelmeden...
Aynı sokağın çocuklarıydık...
Ama hep farklı oyunlar oynardık.
Ben yerden yüksek oynuyordum
O ise bulunduğum kaldırıma park etmiş arabanın arkasında saklanıyordu.
Az ötede bir grup sağır
Körebe oynuyordu.
Körebe dokundu bana,
Ama ben körebe olmak istemiyordum.
Yerden yüksekte
Seni sobelemek istiyordum...
Göz göze gelemedik oyun devam etti...

17 Ocak 2015 Cumartesi

GÜN VE GECE

  Cümleler bitmiş, hava kararmış, saatler susmuştu. Telefon da... Bir daha ondan gelmeyecek ama çaldığı an 'ondan mı geldi acaba?' heyecanının hayal kırıcı sonucunu düşününce, fırlattı onu koltuğun üzerine ve odada dolanmaya başladı. Şimdiden düşman oldu ondan gelmeyen her habere...Çünkü o küçücük ses, içindeki tüm haykırışları yıkarak yeniden umutlar yeşertiyordu ruhunun bahçesinde istemeden...
  Nasıl gelmişti bu noktaya, nasıl hem bu kadar kızgınken hem de kıyamıyordu? Sahi, kıyamadığı o muydu? Yoksa onunla geçirdiği her bir saniye mi? Kestiremedi karışık zihni, bu sorunun cevabını.Her bir 'Seni anlamıyorum' cümlesi canını yakıyordu...Kulakları uğulduyor, kimsenin uğramadığı koca bir şehirde yalnız başına kalmış gibi hissediyordu kendini. Her sokağını çaresizce aradığı; ama her çıkmazın, her caddenin, her mekanın aynı yere çıktığı bir şehir: hüsran...Bu koca şehirde böylesine umarsız bir çırpınış da, anlaşılamadığı için değil miydi zaten? Nasıl anlayamazdı onu, nasıl yanında olmazdı? Çok az kalmıştı oysa ki, o 'gece gözlerinin' gülümsemesine...Evet, geceye benzetiyordu gözlerini...Koyu, sessiz ve içini üşüten...Kendi gün gibi olan gözleriyle tamamlayıcıydı işte, böylece kovalıyordu birbirini her bir bakış ve yirmi dört saat oluşuyordu...
  Uyumaya karar verdi, dinlenmeliydi belki de.Yattığı yerden düşünüyordu...Acaba yarın bir 'gün', 'gece' ye kavuşur muydu,ardalar mıydı onu? Bilemiyordu...Bilemezdik de zaten...Ama her 'gün', 'gece'yi sayıklayacaktı, şüphesiz...

15 Ocak 2015 Perşembe

SOĞUK HAVALARDA

Duvar yazılarında hayatımızı arıyoruz, soğuk havalarda günün en yüksek sıcaklığında akşamüstü hava kararırken
Bir cümle duymak mutlu ediyor, gün ışığında siyahını belli olan gözlerden, veyahut fersahlarca uzaktan akla yerleşen bir takım sevilerden bahsetmek.
Sadece geride kalan insanlardan konuşuyoruz, avcumda taze düşen bir kar ve bir tane daha, bir tane daha, bir tane… elini koyuyor; eline düşen kar tanesini kıskanırım derken.
Omzuma başını koyuyor, ellerimi bırakmamış, dünyanın en güçlü insanı ben oluyorum, demirin içindeki bakırı artırsan ne fayda!
Saçmalamıyorum diyorum, bunları derslerde anlatıyorlar.Gün gelecek lazım olacak, peki ya şimdi bana ne lazım? Her gün, her gün gelip giderken yolları, herkes gibi boşa yaşarken hayatı.
Gözlerin diyorum sonra tekrar. Kimsede yok bu adaletsiz büyü. Toplasan o gözleri senden bana hayal.
Saatimiz şimdiyi gösteriyor, var olan saniyeler şim-di, şim-di atıyor, alarmımız kurulu değil.
Duvar yazılarında hayatımızı arıyoruz, soğuk havalarda günün en düşük sıcaklığında, gece, gün aydınlanırken.

13 Ocak 2015 Salı

KARA KOYUN

yaşam önce bir heves
sonra mücadelesi her bir nefesin
toprağı çatlamış fidan gibi
susamış geliriz hayata
bu serüvende
ya payına düşen yıldızları topla
kendi ışıldayan mucizeni yarat
ya da yaprak ol
esen rüzgarda savrulan

yaşam önce bir heves
sonra göğsüne sığmayan bir kafes
batar aldığın her nefes
tırmalar beynini her ses
tek kelime dökülecek olursa dilinden
"yeter" olsun bu sihrin adı
dokundur değneğini
haksızlığa, adeletsizliğe
hırsa, kine, öfkeye
açgözlülüğe, kibire
boz dünya denilen bu oyunu

diyelim bozdun oyunu
insanoğlu şimdi andırır bir koyunu
ya da yediği bir otu
ağzı olan konuşur olmuş
torbalar yetmemiş laflara
bir adam aramışım ben
ne konuştuğunu bilen
bulmuşum onu mezarında
yalvarmışım başında
"uyan"
başlarsın büyülü şiiri okumaya
"korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak"
arındı her satırıyla şiirin
gönlünün kurum tutmuş odaları
durdu gözümün yaşları
ferahladı yosun tutan gözlerim
doldu şimdi ciğerlerim cesaretle
acıtmıyor canımı ne kafes ne nefes
çobanların acıttığı kadar



7 Ocak 2015 Çarşamba

KENDİLİĞİNDEN

 Bir nokta vardır ya hani; sınır noktası. Sapa sokaklar gibi. Veya çıkmaz sokak gibi…
 Akan nehrin en güzel tarafı, kendiliğinden akmasıdır. Kendi yolunda akar, durmadan akar, düşünmeden akar; sadece, istemsizce akar. Sizin akarsuya olan etkiniz sadece içine taş atıp belli bir noktadaki hızını değiştirmek olacaktır - Günümüzün teknolojisini tenzih ederim - . Akar işte kendiliğinden. Kendiliğinden olanı bozunca düzelmez ya bir daha...
 Nefes alıyoruz, nefes veriyoruz. İstemsizce yapıyoruz. Biz yaşarken, bizi yaşatan şeyin farkında olmamak gariptir, bence gariptir yani. Düşünsene, televizyondaki dizini izliyorsun ağzın açık, elindeki portakalı da bir güzel mideye atıyorsun - gözün televizyonda ve ağzın açık hala - ve bir yandan da hiç haberin olmadan nefes alıp yaşıyorsun, büyük lüks bu devirde. Ancak gece olup da yatıyorsun ya, üstüne bir de uyuyamadın mı, dinlersin nefesini. Önce düzenli alışverişe şaşar kalırsın. İki saat olmuş hala uyuyamamışsın, canın sıkılmış haliyle. Nefes almayı bir anda durdurursun. Ciğerine bağlı, tuttukça tutarsın ve bir anda “huuuuhh”. Kalan nefesi verip tekrar alırsın. Bu sefer de hızlı hızlı alıp verirsin. Bunları yaptıktan sonra ise derin bir soluk daha nefes alırsın ve artık canın bu işten de sıkılmıştır. İstemsiz harekete tekrar devredersin nefes alma işini. Otomatik pilot, büyük lüks…
   Kerevizin bir özelliği vardır, bilmem bilir misiniz? Kerevizi yiyince aldığın enerji, kereviz yiyerek harcadığın enerjiden azmış. Bundan güzel örnek olamaz sanırım. Neye mi? Tabi ki benim son zamanlarki hayatıma.
  Neyse...  
  Az önce bahsettim ya nehrin akması ve nefes alışverişi... kendiliğinden olduğu için güzel. İşte ben bu kendiliğinden olanı bozdum. Önce farkına vardım bu kontrolü elime alabileceğimi. Dedim otomatik pilota, sen dur şöyle, ben senin işini yaparım. Nefes alışverişimi kendi elime aldım. O kendiliğinden olan nefes işini, yine aynı düzende yapmaya çalıştım, - elbette ki kendi isteklerimi de dahil ettim - olmadı. Otomatik pilot gibi olmadı. Bir kere bozunca düzeni, ritmi tutturamadım tekrar. Kendiliğinden olanı bozunca düzelmez ya bir daha… Bu sefer de düzelmeyeni düzeltme çabası falan fıstık, kısırdöngü. Sonuç: Kereviz! Bundan sonraki bütün öğünler ise bamya!
  Açıklamaya ihtiyaç var mı bilemiyorum. Damdan düşen anlar, olmadı anlayanlar anlamayanlara anlatır..
 Bir nokta vardır ya hani; sınır noktası. Sapa sokaklar gibi. Veya çıkmaz sokak gibi…
 Bul ve çıkart beni bu ıssız yerden.
   

6 Ocak 2015 Salı

ZAMANIN KESKİN MAKASI

"yarim keskin bıçak" der minik serçe şarkısında. Bizi her zamandan derinden yaralayan, kalbimizin odalarını defalarca hançerleyen ya da iliğimize kadar titreten sadece yar mıdır? Bütün yaşamımız boyunca insanoğlunun tek derdi aşk mıdır? Sağlık, huzur, zaman, hayaller, arzular... Bunlardan ne haber?
Her şeyin başı sağlık diye de çok sık kullanılan bir cümle var. Maalesef günümüz yaşantı temposunda yüzde yüz sağlıklı insan bulmak çok zor. Bazı insanlar (benim gibi) sadece huzur peşindedir. Huzurlu olduğu sürece yanında kim olmuş, kim olmamış, cüzdanı dolu mu değil mi, zaman hızlı mı geçiyor yoksa akrep salyangozla mı yarışır pek umrunda değildir. Bazı kişiler de hayallerime ulaşana kadar yaşamak istiyorum der. Hayallerini gerçekleştirmek için çıktığı yolda yaptığı her şeyin makul görülmesini bekler. Maalesef çevresindekiler bunu sürekli yapmak zorunda değiller, ki yapamazlar da. Bence burada en kritik nokta zaman. Zaman her şeyin ilacıdır gibi bir cümle var ama bu her durum için geçerli olmadığı için kullanamam. Kimisi zamanla dertlerini, sıkıntılarını çözer ya da unutur. Kimisi son nefesini verene kadar zamanla yarışır. Kendisini zamandan daha üstün kılmak adına hızlı yaşa genç öl felsefesini benimser.

Benim zaman algım biraz daha değişik. Zamanın üstünlüğünü kabul etmiş durumdayım. Zaman bizi küçücük bir kutu içinde pamuktan iplikli bir kukla gibi oynatıyor. İsterse tek bir hamlede seni cansız ve çaresiz bırakır. Zamanın makası pamuktan iplikler için çok keskindir. Sen dersin ki ipliklerim sağlam olsun, zamanın izin verdiği ölçüde planımı, programımı, kendi zaman birimimi yaratayım, zaman yine gelip bozar onu. Güçlü kılmak için uğraştığın ipliklerini gözünün önünde yakar. Yalnız kalırsın saçma bir oyunun içinde. Ayrıca dert falan çözdüğü yok zamanın. İşi gücü yeni problemler getirmek, eskileri hatırlatmak. Çözmek ya da unutmak ise vicdanınla olan bir savaştır. Genelde de kaybederiz. Bir zaman vurur, bir vicdan zaten. Bize düşense, zamanla yaşamayı öğrenmek. Çünkü zamana kızsan da, şikayet etsen de, tanrıya yalvarsan da biraz daha diye akrep gider ardına bile bakmadan. Zamanla iyi geçinmek istiyorsak da sen de onu umursamayacaksın, koyacaksın hedeflerini, bir de hedeflerine giden planı, diyeceksin ki "Bu benim. Sen koparana kadar ipliklerimi, sana inat hepsini bir bir yapacağım." Ne zamana yenilirim, ne de kendimden vazgeçerim.

1 Ocak 2015 Perşembe

İKİ ÇİFT GÖZ

Konuşurken gözleri karşısındakinin gözlerinde değildi. Uzakta bir nokta, uçan kuş, ıslık çalan bisikletli… gibi alakasız yerlere gözünü dikip öyle konuşur veya dinlerdi. Bu hareketi yanındaki insanlar için son derece sinir bozucuydu, haklı olarak da dinlenilmediklerini düşünürlerdi. O ise her defasında bu açıklamayı yapıp gözlerin beyaz kısmındaki hafif kızarıklıkların dahi onun dikkatini bozduğunu bıkmadan anlatırdı. Bu özelliği yönünden ise başına alakalı alakasız bir çok şey gelmişti. Daha iki gün önce sokakta hızlı yürürken adamın biri elinde açık adres bir ev sormuştu. Bizimki ise tarif ettiği yerin ters tarafına bakarak konuştuğu için adamın kafası karışıp ters yöne gitmişti. Pek de umrunda olmadı, ne kadar küfür yediğini ise o adamla Allah bilirdi.
 Bugün siyaha yakın yeşil gömleği ve sevdiği siyah pantolonunu giyip dışarı çıkmaya hazırlanıyordu. Yeni aldığı pahalı parfümü cömert bir şekilde sıktıktan sonra kısa ama şekil alabilir saçlarını düzeltti. Kirli sakal olan yanakları, zayıf olmayan bıyık ve özenli keçi sakalıyla hiç de fena görünmüyordu. Aynada gözlerine bakabiliyordu.
 Hızlı hızlı yürüyordu yine iki gün önce geçtiği sokaktan. İkinci randevusuna geç kalmamalıydı, hatta erken gitmeliydi; birinci randevuda aynı anda gelmişlerdi. Arkadaşlar vesilesiyle tanışıp hoşlanmışlardı. Elbette bu kadar basit değil bu olaylar. Fakat bizimkinin atak tavırları kızın hoşuna gitmiş olmalı ki arkadaşına durumunu anlatmış, ağzını arasana diye ricada bulunmuştu, bizimki de kabul etmişti. İki gün önce adamın adres sorarken durduğu noktadan geçerken kızın gözleri aklına geldi.
 Karşılıklı oturuyorlardı manzarayı gören en güzel ikinci masada. Kızın sözlerindeki incelik, gözlerindeki parlaklık ve özündeki saf çocuksu gülüş bizimkinin mest olmasına neden olmuştu. Dahası, kızı dinlerken gözlerine bakıyordu. O süre boyunca gözleri hep onun gözlerindeydi.
  Kız konuşurken kısa cevaplar veriyor, dinlediğini belli etmeye çalışıyor ve aynı zamanda da onunla aynı fikirde olduğuna inandırıp etkilemeye çalışıyordu. Kız ise bir an geldi dayanamadı. Gülümseyişini bozmadan:
 “Anlıyor musun? dedi.
 “Elbette.”
 “Gerçekten anladın mı?”
 “Evet, gerçekten anladım.”
 “Gözlerimin içine bakmıyorsun beni dinlerken, o yüzden sordum. İlk buluştuğumuzda da böyleydin. Nereye bakıyorsun?”
 Bizimki bu cümle karşısında öyle sert, etkili irkildi ve geriye sıçradı ki boynuna bir acı saplandı. Kız gözlerini bizimkinin baktığı yere çevirdi. Dağ. Bizimki de karşısındaki kıza. Mavi.
Kızı tanımıyordu.
  Affedersin diyerek ağzına ilacını attı. Sessizlikle geçen on dakika sonrası siyah gözler kayboldu. Karşıdaki dağ, uçan kuş, ıslıkla çalan bisikletliyle alakası kalmadı. Kızın gözlerine baktı, bu sefer gerçekten baktı. Baktığını biliyordu. Saatin, günlerin ve ne yaptığının farkında, sadece kızın gözlerine baktı. Maviyi fark etti, siyahın hükmü kayboldu.
 “Özür dilerim, az önce üst üste iki kere yalan söyledim.”
 “Hangi konuda?”
 “Seni anlamadım. Kendinden bahsetsene bana biraz.”