27 Kasım 2014 Perşembe

HOTEL CALIFORNIA*

Hotel California, İzmir'dir bir bakıma.
Gerçekten de öyle!
Yaşadığı yerde değerli hissetmeli, güzel anları yaşamalı, eşsiz bağlar kurup geçmişinde olmadığı için sövüp sayabileceği insanlar olmalı yanında. Her gün odanın içine gömülüp güzel hayallerin Pollyana'sı veya iç kapanıklığının içinde esir asker gibi kurtarılmayı beklemekle şehrin tadını ve genel olarak yaşamanın tadını alamıyorsunuz. Her davranışında itidal belirtileri gösterince normal olmuyorsunuz. Bu şehirde ben hiçbir şey hissetmiyorum.
 Üç hafta veya daha uzun süren ve gerçek anlamda dirseğimin çürümesine neden olan, bittiğinde ise hak ettiğim notları alamayacağım vize dönemi sonrası şehrime geldim.  "Kaliforniya Oteli'ne hoş geldiniz. Ne kadar hoş bir yer, ne kadar hoş bir yüz..."
 En son beş hafta önce gelmenin özlemini en derinden hissediyordum ki son bir hafta boyunca her gün, sıkıldığım anlarda Kordon'da çimlere yatmış gökyüzünü izlerken hayal ediyordum kendimi. Geçmişimin dolu olduğu sokakları, insanları, binaları hatırladım.
 Kuşlara atmak için yem satan güzel insanları, bankta oturan yaşlı ve güzel çiftleri hatırladım. Üçyol'dan direk Karataş'a inen sayısı üç yüzü aşan merdivenleri inerken karşımda gördüğüm, iki apartmanın arasından adeta üstüme taşacakmış gibi duran denizi gördüm. Her merdivende denize yaklaşırken berberden çıkan ve İzmir beyefendisi gibi giyinmiş ve görünümüne dikkat eden güzel insanları hatırladım.
 Merdivenler bittiğinde ise her basamağın bana kattığı güç ile kıyıya yürüyorum. Rüzgarın yüzüme sert vuruşu ve deniz kenarında oturuyordum işte. O deniz kokusu yok mu, o denizin çıkarttığı ses.. Ayaklarım denizden otuz santim yukarıda, sağımda oltasıyla bir adam, solumda yanyana bir çift,  gözlerimin ucunda ise, tüm görkemiyle İzmir.. Solumda birden beliren, denize doğru el sallayan bir dost, yaramaz bir dost. İşte şimdi yaşadığımı hissediyordum. Geçmişim ve şu anım birleşti. Özlediğim zaman dilimi içindeyim.
 Konak, vapur, simitleri havada kapan kuşlar, vapurdan vapura el sallayan biz, rüzgar, dalga sesi, kuş sesi, Karşıyaka... Allah'ım yaşıyorum!
  Hatırlıyorum, her bir hissiyat içime tek tek nefes alıyor. Çeşitliliğin tadını, saygının güzelliğini, muhabbetin kralını hatırlıyorum. Barlar Sokağı'nın girişinde lokma dağıtılması anormal gelmiyor. İki metre geride bira içen insanların varlığı, lokmayı aldıktan sonra Fatiha okuyan insanları rahatsız etmiyor. Onlara ters ters bakmıyor. Caddenin sonunda insan heykellerin varlığı yüzünüze neşe katıyor. Burada insanların alıp veremediği bir şey yok, saygı var.
 "Kaliforniya Oteli'ne hoş geldiniz. Ne kadar hoş bir yer, ne kadar hoş bir yüz..."
 Alsancak'tan Çankaya'ya yürüyüp Sevgi Yolu'na gelmeden olmaz. İlla ki on lira verip iki üç bileklik alacağım. Oya abla geliyor yanıma, naber diyor. Burada samimiyet kaybolmuyor, eski şarkılar gibi bu şehir. Bileklik aldığın abla dahi unutmuyor seni.
 Yaşadığım iki şehir arasında sadece "r" ile "t" kadar fark olsa da, alfabede bile aralarında iki harflik mesafe bile olsa olmuyor. "t" soğuk ve yabancı bana hala.
 Şu ana kadar okuduklarınız abartı gelmesin. Benim şehrim İzmir, benim varlığım İzmir. Geçmişimde dahi adam akıllı yeri olmayan şeyleri kalbimde ve kafamda özlemini tutup sahiplenirken, İzmir'i böyle anlatmam garip gelmesin lütfen. Amma da pohpohlamış demeyin. Yok, bu şehirde yok bunlar. Ne el ele yürüyen yaşlı çiftler ne kendine özen gösteren insanlar ne samimiyet, ne saygı, ne muhabbet. Yok burada hiçbir şey. Burada sadece yaşama zorunluluğum var.
 Bütün bu güzel şeylerin ardından tekrar yol vakti geldiğinde ise durgunlaşmamak elde değildi.
 Manisa'nın yokuşu başlarken, gece karanlığında son kez tüm ışıklarını gösterme cömertliğinde bulunan İzmir'e içimden el sallarken aklımda yine aynı söz ve aynı şarkı var. Hotel California, İzmir'dir bir bakıma.
"İstediğin zaman çıkış yapabilirsin, ama buradan asla ayrılamazsın!"

22 Kasım 2014 Cumartesi

DENİZ KENARI

  Bir deniz kenarı olmalı insanın...Kıyısında oturup dinginleştiği, sakinliğin sesiyle dans ettiği ve her gözü dalışında maviliklerine sabitlenip rahat ettiği.. Küçücük bir mutluluk kıvılcımında da onu aramalı, boğuştuğu her kötü zamanda da...Orada,tam orada otururken kendini dinleyebilmeli.
  Kızmalı bazen ona, bilmeden de olsa sert dalgaları canını acıttığı için. Sonra gülmeli onun bu yüzden rüzgarı sevmeyişine ve aynı dalgalarla okşayıp kendini affettirişine. Her kulaçta ona en güzel manzarayı sunmalı o da, korkularına sarılıp umutlarından öpmeli...Evi olmalı onun sahili, kucaklamalı en kesif gülüşlerini. Öyle bir gün batımı tattırmalı ki ona, kıskanmalı her ressam, o tonları aramalı..Öyle bir yakamoz yaşatmalı ki deniz kenarı, orada sabahlamak için can atmalı insan. Ve sabahladığı her gün için şükretmeli."İyi ki..." diyebilmeli. Kaybedince değil, var olduğu her an bilmeli değerini deniz kenarının...
  Şahit olmalı mevsimler, imrenmeli gün ve gece...Onların yanında anlamı yetersiz kaldığı için bir köşede ağlamalı 'özlem'ler..Bakıp kalmalı, kumlara gömülü olan tüm kötü şeyler. İşte bu yüzden, yıllarca başka bir sahil aramamalı insan; ve saydamlığıyla tüm ışıkları yansıtıp hep aydınlatmalı deniz kenarı da onu...Bir insanı olmalı yani bir deniz kenarının; onunla her gün yeniden anlam kazandığı...Ve bir deniz kenarı olmalı insanın; onun da her gün yeniden manzarasından tat aldığı...

18 Kasım 2014 Salı

BANA BAKMA ÖYLE

Sonunda bitti deyip başımı kaldırdım masadan. Pencereden dışarıya baktım. Hava kararmaya başlamıştı. Zamanın nasıl geçtiğini hiç fark etmedim. Son resmimi tamamlamak için nasıl hevesli olduğum düşünülürse geçen saniyelerin, dakikaların benim için pek bir önemi yoktu. Sonuç olarak üzerinde çok emek verdiğim resmim kusursuz bir şekilde ellerimin arasında duruyordu. Nasıl bir mutluluk duydum anlatamam. Hani sadece mutluluk olsa öyle ya da böyle anlatırım ama buruk mutlulukları anlatmak çok daha zor oluyor. Karşımda duruyor ve bana bakıyor sanki. Gözlerinin parıltısı anlatıyor bizi. Sadece benim için anlatıyor olsa bile ben usanmadan bakıp bakıp dalıyorum, dinlerken onun gözlerinden unutuyorum yaşadığımı. Fazla dalıp gitmeden koydum bir çerçeveye. Basmıştı bana yine dört duvar. Kalktım masadan dolandım etrafta. Ellerimin kalem rengi boyamış duvarları, sildim saatlerce. Oturdum, ellerimi ovuşturdum bir de. Derimin rengi solmuş, ellerim yıpranmış ama tırnaklarıma dolan kurşun rengi hala canlı. Çerçeveden bana bakan gözlerinle aynı renkte. Anladım ki silsem de seni, içimdesin, derindesin. değil silmek, kazısam bile izin kalacak. Kırmak, yırtmak ve yakmak istedim belki resimlerimi, sana olan resimlerimi. Yapamadım çünkü kalem çizikleri geçen zamanı tutmuyor ya da geriye döndürmüyor. Her bir çizik bir hatıra ya da bir hata asla unutmayan gönlümde. Ne istediğimi bilsem her şeyi unuttururum kendime, ama bilmiyorum ki. Tek istediğimi bildiğim şey çerçeveden bana bakma öyle. 

16 Kasım 2014 Pazar

DEPREM-2

Kuş kadar kalbinde vuku bulan bir sarsıntıydı bu. Ara ara dinleniyor, kenara çekiliyor, fakat sonra yine kafasını çıkarıp uzatıyordu onun hayatına. Artçıları da oluyordu yani..ne tamamen kayboluyor, ne de tamamıyla enkaza çeviriyordu.böylelikle yer bulabiliyordu belki de onun dünyasında.böylelikle girebiliyordu rüyalarına. Yavaş yavaş işliyordu işte bu artçılarla onun zihnini, yavaş ama emin adımlarla hatırlatıyordu kendini..

13 Kasım 2014 Perşembe

OLAN BİTEN

"Bugüne en uzak gün, dün." demiştir Özdemir Asaf. Bu cümleyi yıllarca anlamadım, ta ki Yekta Kopan'ın en son çıkan İki Şiir Arasında adındaki, içinde öyküler olan kitabını okuyana kadar: "Hayat dediğin, bir cümleye yenik düşmek. Bir kelimeye. Bir heceye." Artık anlıyorum Asaf'ı. Bir cümleye yenik düştüm ve bir baktım ki bugüne en uzak gün dün olmuş.
Kazanın öldü denilmesi önemli değildi, asıl can alıcı nokta kazanın doğurduğuna inanmamdı. 
Haklı olmama rağmen yanıldım.

  

11 Kasım 2014 Salı

KAÇINDIKÇA "O" OLMAK

BÖLÜM- 2



           Tam dört yıl boyunca inişler çıkışlar oldu aşkında. Vazgeçer gibi oldu, döndü daha çok benimsedi. Bu yüzden ara ara şiirlerinin duyguları değişti. Kafası karışıktı çünkü. Dört yıl bekledi Muzaffer. Bu nasıl bir sabır? Kardeşinin üniversiteyi kazanmış olması, hem de edebiyat öğretmenliğini, onu son sene biraz rahatlatmıştı. Üzerinden bazı yüklerinin kalkmasının ardından, yavaş yavaş kendini hazırladı ve bir gün dergide yayınlayacağı şiirinde aşkını itiraf etti. Sadece bununla kalmayıp konuşmuştu da. Deli çocuğa cesaret gelince de tam geliyor. Allah'tan kız da boş değilmiş de kısa süre içinde evlendiler. Hatice, ağabeyinin kurduğu yuvasına engel olmamak bir aralar evden gitmeyi düşünse de Muzaffer onu evde tutmayı başardı ve artık evde üç kişilerdi. Evdeki her an daha renkliydi. Evde bir edebiyat yapılıyordu... Aklınız şaşar. Ev iki üç günde bir kalabalık da oluyordu. Yemekler, toplantılar, partiler... Arkadaşları çoktu. Gerçekten ev eski kasvetli havasından kurtulmuştu. 3 sene sonra da kız bebek gelince, evde gürültü şamata hiç eksik olmadı. 2 yıl sonra bir bebek daha... Bu sefer erkek.  çocuklar büyüyene kadar sevimlilerdi. Sonra evi birbirine kattılar. Böyle bir yaramazlık olamaz. Muzaffer babası gibi olmak istemiyordu belki ama arada otoritesini göstermesi gerekiyordu. Muzaffer "Okul onları adam eder." dediği için bekledi, bekledi. Ama çocukların pek okuyacağı yoktu. Ergenlik dönemlerine gelince iyice ele avuca sığmaz oldular. Muzaffer de illa herkes okuyacak diye bir kural yok diyerek kızını atletizm kulübüne yazdırdı. Kız iyi koşuyordu. Bu yeteneğini halasından almış olmalı. Erkek de hem iyi şiir yazıyor hem de ticaret yapabilecek zekaya sahipti. Dergi işlerini büyütüp bir yayınevi açtı Muzaffer. Çocuk hem kitap satıyor hem de dergilerin satışını artırıyordu. Cahit Sıtkı'nın dediği gibi Muzaffer 35'inde yolun da yarısındaydı. İyi bir ailesi, mutlu bir yuvası ve çok sevdiği işi vardı. Çocukları işinde ayrıca yardımcı oluyorlardı. Bir yandan da en azından lise bitsin diye okuyorlardı. Nedendir bilmem, ilerleyen zamanlarda çocuklar bir anda karar değiştirip üniversiteye gitmek için çalışmaya başlarlar. Kız spordaki başarısını profesyonel boyutlara taşımak için bir okul, oğlan da halası gibi öğretmenlik için okumak istiyordu. İyi güzel, okumak güzel şey de, bu durum Muzaffer'i hem sevindirdi hem de düşündürdü. Ama babası gibi yapmayacağı için çocuklarına destek oldu. Özel hocalar tutup onları çalıştırdı ve istedikleri yerleri kazanmalarında pay sahibi oldu. Şöyle bir problem vardı ama: ikisinin de okulu şehir dışındaydı. Ona da tamam dedi ve ekonomik açıdan zorlansa da onları istedikleri gibi yaşattı. Kendisi yaşayamadığı içindi belki. Fakat çocukları bu kadar şımartması da doğru değildi. Çocuklar aynı çocukluk hallerine döndüler ve evden koptular bu sefer. Muzaffer söz geçiremiyordu. Sonuç olarak evde yine üç kişi kalmışlardı. Bir kaç ay sonra iki... Hatice evlenip gitti başka bir şehre. Muzaffer zaman zaman hatalı olduğunu düşünüyordu. Çocukların okulu bittikten sonra geri dönmemeleri, habersiz bir şekilde kendi hayatlarına yön vermiş olmaları Muzaffer'i çok sinirlendirse de ağzını açmıyordu. Bu durum da karısını çileden çıkarıyordu. Bir gün tam da bu sebepten kavga ettiler. Ben Muzaffer tamamen haklı demiyorum, onu hayat böyle yaptı ama eşi de haklı. Çok yüklendi kadın. İnanmayacaksınız ama Muzaffer babasının o çok tanıdık tavrını yaptı ve kılını bile kıpırdatmadı. Bir hafta 10 gün küs kaldılar. Muzaffer çalışma odasına çekilip yazı yazıyordu ve ağzını dahi açmıyordu. Evin neşeli halinden eser kalmamıştı. Karısı daha fazla dayanamayıp gitti. Nereye gitti bilmiyorum. Arka bahçede hiç konuşmadı. Muzaffer o sabah bomboş bir eve uyanınca afalladı. Zamanında uğruna öleceği kadın onu terk etmişti hem de sadece babası gibi olmak istemediği için. Hayatının son 15 yılını yazarak, şarkı dinleyerek ve kahve içerek geçirdi. Arada çocukları arardı. 1-2 dk konuşurlardı ama yalnızım kötüyüm yardım edin demezdi. Ne zaman sorsalar iyiydi. o çocuklarını merak etmezdi. Yani ederdi de sormazdı. Belki de kırgındı. Hatice desen, o hiç arayamazdı, kocası biraz değişik bir adammış. Kısacası hayatında bir tek yazıları kalmıştı. Bir kitap yazıyordu, kalın, tuğla gibi bir kitap olacaktı. İsmi de "Alim ve Zalim". Yanlış anlamadıysam kendi hayatını anlatıyor. Sorsa bana ben de anlatırdım. Kitapta bana da yer vermiş. "Sadık yarim" demiş bana, gururum okşandı. Kitabın sonları geldikçe hatıralar canlanıyor ve canını sıkıyordu. Sık sık kalbini tutuyordu. Hatırlıyorum da annesi de böyle kalbini tutuyordu. Korktum ama elimden ne gelir ki. Kimsenin yerini de bilmiyordum. Hani gitsem belki beni tanırlardı ama bilmiyorum. Hatice'nin yerini Muzaffer'in yazıp da gönderemediği mektuplardan gördüm. Durmadan uçtum. Hatice beni görünce hemen tanıdı evden taşıdığım bir mektup parçasını önüne bıraktım. Küçücük bir parça ama çok güçlü bir parçaydı. Sadece "gel"  yazıyordu. Yolculuk beni çok yormuştu. Bir iki gün dinlendim oralarda. Hem Hatice'nin yola çıkıp çıkmadığına bakıyordum. Ben yola çıktıktan sonra hemen o da çıkmış. Neredeyse aynı anda eve geldik. Ağaca tüneyip çalışma odasına baktım. "Benim gördüklerimi keşke az sonra Hatice görmese." diye içimden geçiriyordum ki odanın kapısını açtı. Hayatındaki en büyük destekçisi, kalbine yenik düşmüştü. Muzaffer hayatının son aşkını, kitabını bitirmiş ve göçüp gitmişti. Rüzgar kitabın son sayfasını açıp duruyordu ve işte unutamayacağım bir cümle daha:

- Alimden zalim, zalimden alim mi doğar bilmem ama, şunu iyi bilirim ki insanlar birlikte yaşarlar, yalnız ölüp yalnız cezalandırılırlar ve ruhları tek tek sorgulanır.



(Sadık yarim diye hitap ettiği kuzgun, ölümden sonra da Muzaffer'i yalnız bırakmaz. Eski günleri anlatırcasına durmadan çığlıklar atar.Her mezara gittiğinde kuzgunu nöbette gören Hatice onu "sadık yarim Muzaffer" diye çağırır ve yine bir gün geldiğinde onu, ağabeyinin yanına gömer. İkisine de olan minnet borcunu, onları hiç ayırmayarak öder.)

                                                                             son

8 Kasım 2014 Cumartesi

SIMSIKI

Titrerken bedenim her soluğumda,
Ellerim kenetli, parmaklarım savaşta
Gözleri güler gibiydi mahçupluğuma
Duydum, utangaçlığıma sarıldı adeta...
Konuşmasak da anlaşabiliriz bakışlarımızla,
Birlikte susabiliriz çığlık çığlığa,
Kelimeler düğümlense de boğazımızda,
Duydum, sessizliğime sarıldı adeta...
Nasıl gökyüzü uçsuz bucaksızsa,
Uzanır mıyız dersin öyle sonsuza?
Tedirginliğim gizlense de sorularıma,
Duydum, korkularıma sarıldı adeta...

6 Kasım 2014 Perşembe

ÇIRAĞIN GÜNAHI EKSİK

Zili çalışından hırgür çıkartmaya geldiği belliydi. Manyak herif! Herkes sinirli olunca üst üste zile abanır, bu psikopat bir kere basar. İkinciyi çaldırtma yoksa ne olacağını biliyorsun, der. Kapıya doğru saniyeleri sayarak koş. Deli bu adam deli.
 Kapıyı açışı ile ikinci kez zile basış aynı anda.
 - Buyur abla, iki ekmek iki de bira.
 - Yaz deftere ablası.
Çırağa bağıralı bir dakika oldu olmadı. Unutmuş. Kafa mı bıraktı bu adam kendisinde. Deli bu deli.

3 Kasım 2014 Pazartesi

KAÇINDIKÇA "O" OLMAK

                
BÖLÜM - 1


                İnsan kafasının kapalı bir kutu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bir an bile tahminlerimden emin olamadım. Sadece bir insanı uzaktan izledim, tam 80 yıl boyunca. Yaptığı hareketleri, verdiği kararları hayatım boyunca sorguladım, ama saf bir doğruluğa varamadım. Belki bu durum Muzaffer Beyin direkt olarak kendisi ile alakalıdır. Muzaffer hayatımda gördüğüm en değişik karakter, dünyada eşi benzeri yok bence. Düşüncelerini bir o biliyor, bir de tanrı. Neden böyle düşündüğümü baştan anlatayım, böylece benimle ne ilgisi var onu da öğrenmiş olursunuz.
                Ben buraya yaklaşık 80 yıl önce yerleşmiş bir kuzgunum. Bizi kargalara benzetirler ama doğrusu ben bir kuzgunum, diğerlerini bilemem. Buraya yerleşme sebebim de bizi kovdular. Neymiş çok kötü ses çıkarıyormuşuz? Sanki ben seçtim bu sesi. Konuşmayalım mı? Kovulduktan sonra yerimizi değiştirdik ve ben bu eski, ahşap verandalı eve geldim. Tabi o zamanlar eski değildi ve şimdiki gibi sokakta tek de değildi. Bahçesinde güzel bir ağaç vardı bu yüzden tercih ettim. Evde yaşayan bir adam, bir de karnı burnunda kadın vardı. Kadın sessiz sakindi, kimseye de zararı yoktu. İnanmayacaksınız ama bize bile... Bizi beslerdi, su verirdi.  Adam kadına nazaran biraz daha sert görünümlü biriydi. Sokakta ondan korkmayan yoktu herhalde. Dışarıda biri onu görürse asker gibi her zaman selam verirdi. Adam o kadar sertti ki, bir ara duygusuz olduğunu düşündüm. Karısı yavrusunu dünyaya getirmiş, mutluluk göz yaşı döküyor. Adamın kılı bile kıpırdamıyordu. Bu davranışları bir an bile değişmedi. Oğlu Muzaffer'e de aynı şekilde davrandı. Çocuk dediğin yaramazlık yapar, bu çocuk yaramazlık yapmaya korkuyordu. En ufak bir hatasında da dayağı yiyordu. Hata, bazen sadece adama göre hata olabiliyordu. Örneğin çocuk okumak istedi, adam manav dükkanına eleman lazım diye göndermedi çocuğu. Bir kaç sınıf okudu sonra bıraktı. Edebiyat öğretmeni olmak isteyen biri için çok erken eğitimden koptu zavallı çocuk. Fakat bırakmadı o okumayı yazmayı. Kendini her açıdan geliştirmeye devam etti ve bunları günlüğüne işledi. Yazdığı bir cümleyi hiç unutmam " Babamdan korkarım ve ona saygı duyarım, annemi ise severim.". Annesini sevmesinin nedenlerinden biri de arada sırada eve öğretmen arkadaşını çağırmasıydı. E tabi Muzaffer için 10-15 dakikada ne öğrenebilirse kar. Bir kaç yıl Muzaffer gizli çalışmalarına devam etti. Sabahları dükkanda, akşamları kitap başında. Muzaffer 10-11 yaşlarındayken kız kardeşi, Hatice doğdu. İnanır mısınız, adamda yine bir değişiklik yok. Bildiğimiz gibi yani. Muzaffer çok değişmişti, damarlarında deli kan akmaya başlamış ve artık baskıdan kurtulmak için fırsat kolluyordu. Ama babası çalışmalarını sekteye uğrattı. Manav işi için kalfa gibi bir şey tutmuş sadece acil bir durum olursa dükkana gidecekmiş. Babasının evde çok vakit geçirmesi evdeki herkesi çok etkiledi. Muzaffer adam akıllı ders çalışamıyor, eve öğretmen kadın da gelmiyor, arkadaş desen yok zaten. Hatice de sürekli eve geç kalma korkusu yaşıyordu. Okuldan sonra koşa koşa gelirdi. 10 yaşına kadar böyleydi.  Ama Muzaffer'in annesi herkesten çok yoruldu. Bir yaz günü arka bahçede çamaşır asarken yere yığıldı kadıncağız. Hastaneye gitti ama gelemedi oradan. Muzaffer yirmili yaşların başında bir delikanlı olmuş, eğitimini devam ettirmeye çalışıyor ama yeterli değil. Üstelik babasına kızgındı. Annesinin ölümünün nedeni ona göre babasıydı. Bu yüzden evde yabancı gibi yaşarlardı.

Bir gün adam evden çıktı gitti ve gelmedi. Muzaffer ve Hatice aradılar taradılar ama adam yok. Hatta dükkanı da satmış öyle gitmiş. Şimdi bu koca evde iki kardeş işşiz ve parasız, yalnızlardı. İkisine de komşuları ellerinden geldiğince yardım etti. Muzaffer bir şekilde kendine iş buldu. Edebiyat öğretmeni olamadı belki ama zamanın çok satan dergilerinden birine kabul edilmişti. Şiirler yazıyordu. Heves ve yaşanmışlık olunca ortaya güzel eserler çıkıyordu. Ben de ağaçta tünerken dinliyordum tabi. Muzaffer ve kardeşi genelde arka bahçede birlikte otururlardı. Muzaffer Hatice'nin üzerine çok düşerdi, o öğretmen olsun diye. Hatice'nin liseye gitmeye başladığı zamanlarda Muzaffer dergide bir kadınla tanıştı. Hayatında ilk kez aşık olmuştu ve neredeyse aşkından hasta olacaktı. Hayata isyan temelli şiirleri gitmiş yerine çiçekler böcekler kumrular gelmişti. Ama bir sorun vardı: muzaffer yıllar yılı içine kapanık birisiydi, konuşamazdı. Hele ki sevdiği kız karşısındayken asla...