30 Mayıs 2015 Cumartesi

SELAM OLSUN ( 30.05.2015 )

Ölüm. Siyah taşlı gümüş yüzük
Bu mektup
Rutubetli selamlarla doludur.
Cevşenü'l Kebir - Didem Madak

   Sona geldik sanıyorum ki ve ben vedaları sevmiyorum. Yine de öyle bitti diyip gitmek.. Ama bitti.
   Bir buçuk yıllık emek var şuracıkta, hemen burada. Binlerce kelime, milyonlarca harf var. Ölümsüz kıldıklarımız var. Çokça duygu var çokça haslet.
   Ama bitti. Buraya kadar. Toprak Zamandı öldü. Mutlu değil, acı çekerek öldü.
   Selam olsun.

VEDA DEĞİL BAŞLANGIÇ: İNAT

Hayatta karşı karşıya kaldığımız olayların sonuçlarını tahmin etmek tabii ki çok zor. Ama yine de insan kendini alamıyor. En sevmediğim cümlelerden birini de tahminim doğru çıkınca söylüyorum ve yine söylemek zorundayım bu saçma ve egoist cümleyi: "yine haklıyım.". Hangi konuda mı veya konularda mı? Ufaktan anlatmaya başlıyorum.
Öncelikle üzülerek söylemem gerekiyor ki, bu yazdığım ve sizin de okuduğunuz son yazım buradaki. Sebebi bir grubun bir bina gibi davranmasıdır. Bir kaç kolon çürükse binanın akıbeti sağlamların sabrına dayalı oluyor. Kusura bakmazsanız, biz de insanız ve çöktük. Şikayetim yok, alınganlığım yok. Tecrübe deyip cebimize koyalım ileride lazım olur ama eklemek lazım şunu da aynı hatayı bir daha yapmam.
Madem ki son yazı, içimde ne var ne yok söylemek istiyorum. Nerden başlasam ki? Öncelikle hayatta bıktığım şeyler var, yapmaktan yorulduğum, yıldığım şeyler var. Başta en sevdiğim spordan bıktım. Futbola olan tüm inancımı kaybettim. Sebebi ise basit pazar ve siyaset malı haline getirilmesi, insanları uyutmak, gündemi meşgul etmek için maşa olarak kullanılmasıdır. Üç beş tane ensesi kalının cebini doldurmak asıl mesele, biz de işte burada ligmiş, heyecanmış kendimizi yoruyoruz. Ben bu saçma oyuna artık dahil olmak istemiyorum, bıktım. Onun dışında, ülkemizde saçma siyasetten, siyasetin koyun gibi güttüğü insanlardan, takım tutar gibi parti tutanlardan, farklı görüşlere saygılı olmayan insanlardan ve bunu değerlendirip toplumu üçe, beşe, ona bölen siyasilerden bıktım. Adaletsizlikten, saçma sistemlerden, yanlış şehirleşmeden, yaşama stresinden bıktım. Okuldan, daha doğrusu mantığını bilmediğim işlemleri yapmaktan, adil verilmeyen notlardan, sürekli çalışıp sonra ne olacak diye sormaktan, gençliğimi çürüten eğitim sisteminden bıktım. Hadi bunları geçtim, bunlar istesem de müdahale edemeyeceğim sorunlar. Bir de küçük ama bir o kadar büyük olan sorunlar var. Hayatıma girip s...p giden insanlardan, yüzüme başka arkamdan başka konuşanlardan, yarı yolda bırakanlardan, sevilmeyi gayet iyi bilip de sevmeyi, dürüst ve objektif olmayanlardan, empati empati deyip de kendi dünyalarını çekip çevirenlerden bıktım. En çok en yakınlarımdan yıldım. Eski, yeni Çağatay derken, kayboldum lan. Ne yapacağımı, başka bir sorun daha eklenirse kabarık deftere ne bok yiyeceğim diye düşünmekten korkar oldum. Sevmekten ve sevilmekten korkar oldum. İnsanların hislerinin belirsizliği yüzünden uzaktan sevmeyi öğrendim, aşka inanmamayı öğrendim. İnandıracak kişi o mu bu mu demekten de yoruldum. Başkalarının akıl vermesinden bıktım. Eyvallah ama az buçuk aklım var çok şükür. Hayat benim karar benim. Hayatımın içine edip gidecek olmalarındansa hiç gelmesinler, yarı yolda bırakacaklarsa hele... Aman aman! Ne arkadaş, ne yar... Kadere inat, yarı yolda bırakanlara inat, kuyumu kazanlara inat savaş.

Neden ben diye soracağım belki yaradana. Ne yaptım diye de ağlayacağım. Ama artık her şeyin daha çok farkındayım, eş, dost, akraba, arkadaş dediklerimin sayesinde; saçma sapan kurulmuş siyasi, sportif, ahlaki ve dini oyunlar sayesinde. En iyisi mi: Siktir et. Gidene yol yakışır, kalan hep ben olacağım.

17 Mayıs 2015 Pazar

KUMAR

Canımı sıkan ikilemler ele geçirdi bedenimi, dilimi. İçimi kasıp kavuran kafama sığmayan isyanımı haykırmak için, ne kaçabiliyorum, ne de bir kelime dile getirebiliyorum . Hayatımın rengi olmaya başlayan karanlığa farkında olmadan bir kandil yaktın. Çok uzaktan zor seçiliyordu ışığın, ama beni çıkmazlardan döndüren umuttu senin ışığın, varlığın. Parmak uçlarıma kan gönderemeyecek kadar yorgun düşmüş yüreğim çırpınıyor daracık kafesinde. Değil parmak uçlarıma, solmuş dökülmüş saçlarıma ve boynunu bükmüş kolumdaki kıllara varana can verecek kadar coşkuyla çırpınıyor duyduğum en şairane koku yüzünden. Burnumdan ciğerime değil yüreğime çekiyorum. Gel gelelim bilmiyorsun, biliyorsun belki de... Bu konuda emin olmak, benim için dünyadaki en değerli şey. En değerliler söz konusu olunca hayatın kumar oluyor, risk almak biraz daha zor oluyor ister istemez. Hele ki sana karşı... Keşke bu yazı neden böyle diye sorduğunda söyleyebilecek cesaretim olsaydı ya da keşke gözlerimiz yeterince konuşsaydı.

    
     Düşlerde Sevdim Seni Söyleyemedim
     Sessiz Öptüm Nefesini Söyleyemedim
     Sana Ben Şiirler Sözler Büyüttüm
     Sana Ben Baharlar Yazlar Büyüttüm
     Sana Ben Hummalı Gizler Büyüttüm
     Söyleyemedim

16 Mayıs 2015 Cumartesi

GİZLİ SAKLIM - I

Aslında hiç istemiyorum ama
Ne yapsam rutubetim sözlere bulaşıyor Kalbiye.
Kurabiye / Didem MADAK


Gittiğimiz yolların sonrası var mı?
Yoksa hepsi bu kadar mı?
Var Mı? - Hariçten Gazelciler


Çivi çiviyi sökmenin eşiğinde
Akıntıya karşı kürek çekiyorum.
Ada ülkelerine vuran deprem sonrası tusunami feryadıyla
Dibe çeken bir anafordayım.
Doğrular ile yanlışlar sarmaşık olmuş masaldaki gibi.
İyinin içindeki kötüyü, kötünün içindeki iyiyi arıyorum.
"İç ses!" diyor Didem Madak
"Bu bahsi kapa!"
Herkesten gizli saklım
Hadi senden konuşalım.
Biliyorum ben bu dünyadaki doğru çıkış yolunu,
Benimle gelecek misin, sona kadar?
Yolda sıkılmayasın diye şiirler okurken ben,
Uçarken sıkılmayayım diye gülecek misin sen?
Aklımda son kalan, kalbime doğru yola çıkan;
Bir başka şiirde tekrar bahsetmeli miyim senden,
Hem de hayatımı şiire giriş yapmadan,
Hem de sadece senden bahsederek,
Hem de en güzel kelimelerle?

3 Mayıs 2015 Pazar

GÜZEL TARAFI

 Dünya dışında yaşamın olup olmaması  umrumda değil. Çünkü orada herhangi bir duygu yok. Tüm duygular dünyadadır ve kainat dediğin o sonsuz karanlık boşluk, ruhsuz gezegenlerin takıldığı salaş bir bardan başka bir şey değil.
Cosmos - Burak Aksak ( OT/Şubat )

Şöyle düşünülüp taşınıldığında iyi insanların hepsinin de neşeli oldukları ortaya çıkar. Neşeli olmak her zaman iyidir, bir şeyin de göstergesidir. Daha yaşarken ölümsüzlüğe ulaşmak gibi bir şeydir.
Çanlar Kimin İçin Çalıyor - Ernest Hemingway
 
Dünya'yı sevmemekle yaşamayı sevmemeyi aynı anlamda kullanıyorsun. Arasındaki ince ayrımı atlıyorsun. Zamanında - senin şu halin gibi - gaz ve toz bulutundan başka bir şey olmadığını hatırla. Nasıl olmuşsa olmuş yaşanılır bir hal almış.  Sen de  Dünya demişsin üzerinde yaşamışsın ve yaşıyorsun.
Etrafına bakıyorsun. Gördüklerini sayıyor, çıkan seslere dikkat ediyorsun. Camdan bakıyorsun; kasvetli bir hava, her  yerden her yere giden metal yığınları, devasa boyutlarda beton yığınları, anormal boyutlarda tüketimi öven reklamlar, gündüzcesine ışıklar, ruhunu boğan elektrik telleri, toprağın kara çarşafı asfalt. Bunlara en az insanlar kadar uyum sağlamış ve  seni hoşnut eden şey sokak köpekleri, ağaçlar, kır çiçekleri.  Şimdi bir daha düşünüyorsun; Dünya'yı mı sevmiyorsun yaşamayı mı? Çünkü insan Dünya'da oturur, çevresindeki  iyi insanlarla yaşar. Güzel insanlar yoksa..
Camdan ayrılıp odana, evine bakıyorsun. Bir tane aptal kutusu içinde çokça bağıranlar, çokça aptallar, çokça şov, çokça iki yüzlülük, çokça riyakarlık var. Uzaksın bütün bunlara yaşadığın hayatta maruz kalsan da, öyle kalmalısın da.
Düşünüyorsun ki güzel insanlar tanımalı, güzel insanları yazmalı. Onların var olduğunu kuşa, toprağa; diğer güzel insanlara anlatmalı. Aklının kaldığı insanları göstermeli.
 Bütün kibar ısrarına rağmen yanından ayrılmıyorsun. Konuşuyor bir yandan yürüyorsunuz. Konuşmasındaki sadelik hoşuna gidiyor. Havana havasını katıyor, havasına havanı katıyor. Seni en sevdiğin noktadan vuruyor, kanını ısındırıyor ve bir anda aradaki mesafeler kalkıyor. 'Ben de' diye başlayan cümleler anlatıları beraberinde getiriyor. Anlatılan yerler biliniyor.
 Öğreniyorsun ki senden en az sekiz mevsim fazla görmüş. Şaşırıyorsun. Sonra jetonun düşüyor. Konuşmadaki havanın sırrı buradaymış diyorsun..
Yanınızdaki üç beş kişi hızla uzaklaşmış durumda. Dünya'nın en doğal halinin içindesin ve yaşamayı seviyorsun. İkinci kibar ısrar geliyor. Sana diğerleri gibi hızla uzaklaşmayı öneriyor. İkinci defa kabul etmiyorsun. Konuşmasındaki güzellik ve saflık seni orada onun yanında tutuyor. Yola devam ediyorsunuz. Ağaçlardan ne istendiği konusunda hemfikir bir bilinmezlikte anlaşıyorsunuz. Kimseyi kafasına takmadığını duyuyorsun ve bu rahatlığın, bu konuşmanın başka bir sırrı daha ortaya çıkıyor. Neşeli yanını korumuş olmasının güzelliği var üstünde. Yanındaysan seni bırakmaz, ayrılırsan peşinden koşmaz.
Aşksız, bağlantısız; sadece güzel iki insan olarak bir şeyler konuşup paylaşmanın tadını çıkarıyorsun.  Düşünmeye devam ediyorsun. Dünya'yı mı sevmiyorsun yaşamayı mı? Cevap veriyorsun; insan elinin değdiği yerdeki Dünya'yı ve insan kötülüğünün bulaştığı insanları sevmiyorsun. Güzel insanlar olduğu sürece yaşamaya değer diyorsun.
Teşekkür ediyorsun, yoldaki tanıdıkları görmeden onların uyarısıyla onları  gördüğün, eski farkındalığının kalmadığı zamanlarda bu dürtüyü uyandırıp kendisini tanıyıp inceleme fırsatını verdiği için. Şu küçük Dünya'da belki yine denk geleceksiniz ama gelemezseniz şimdiden yolunun açık ve güzel olmasını diliyorsun..

GÖNLÜN ANAHTARI

Gece zor geçmişti onun için. Erken yatmıştı, ama bir türlü uyuyamamıştı. Yarın olacak olanları planlamaktan kendini alamıyordu. Sürekli diyeceği cümleleri aklından geçiriyor ve cümlelerin ögeleriyle sürekli oynuyordu. İnsanları üzmekten nefret ediyordu çünkü. "Herkesi memnun etmek pek zor." deyip vicdanını bir nebze de olsa rahatlattıktan sonra uykuya daldı. Şu dönemlerde hayatını ele geçiren zor durumlar ve ikilemler, onu rüyasında da rahat bırakmadı. Uykusundan yorgun bir şekilde uyandı. Omzunda ve gönlünce taşıdığı yükler, içinde tuttuğu söylenmesi gereken sözler; tahammül sınırını çoktan aşmış, patlamaya hazır bir volkandı adeta. Soluk soluğa evin içinde dönüp durdu. Sürekli sakalıyla saçıyla oynadı. Stres onun için öldürücü seviyeye doğru yükseliyordu kanındaki adrenalinle birlikte. Sonra birden hiçbir şey olmamış gibi çöktü olduğu yere. Nefes egzersizleriyle mantığı, vücudunu kontrol altına aldı. Eli telefona uzandı. Listeye şöyle bir göz gezdirdi, araması gereken kişiler arasında dahi seçim yapamıyordu. Sonunda ona göre en doğru tercih gibi gözüken birini ,dostunu, arayıp kısık, korkmuş bir şekilde, aynı zamanda dişlerini sıkarak konuştu: "Konuşmamız lazım, yardımın gerek. Yoksa ben benliğimi kaybedeceğim."


Başka hiç bir söz çıkmadı ağzından. Uzun yıllar sadece insanları dinledi. Hiç konuşmadı desem yeridir. Aklını kaybetti resmen. Zihnini, kalbini kalın zincirlerle, kilitlerle kilitlemişti. Sadece kendisi için yaşıyordu. Yazdığı yazılarına bakacak olursak, bu kilitleri açacak kişiden kaçmayacakmış. Kendini ona teslim edecekmiş her şeyiyle. Soruyorum şimdi sana her ne kadar konuşmayacaksan da: elinde anahtarlarla biri mi girdi hayatına da kırk yıllık beton gönlün çayır çimen şimdi?

25 Nisan 2015 Cumartesi

TOPRAK

  Zerafetle bekliyordu toprak, bulutların ona sunduklarını...Anaçlığıyla övünmüyor, her fırsatta dile getiriyordu, belli ediyordu ona olan ihtiyacını. Düşen tek bir damlayı içine alıp, yemyeşil bir dünyaya hazırlanıyordu. Onu büyütüyordu içinde, dışarı sunuyordu ve sonra tekrar içine alıyordu...Bu böyle devam ederken devriliyordu mevsimler ve toprak her defasında aynı naiflikle baştan alıyordu tüm görevini. İnsanlar neden benzemiyordu bu alçakgönüllülüğün başa sarınışına?
  Bunları geçirdi aklından balkonundan bakınırken. Hafif esintinin verdiği ritimle gelen bahçedeki hanımeli kokularıyla  dans ediyordu ruhu...Yerdeki kahverengi mucizeye gözü dalıyor, garipliğini sorguluyordu düşündüğü bu bağlantının...Evet başlangıç da onunlaydı, bitiş de...Peki bu kadar bizimleyken nasıl aynı zamanda bu kadar ayrı özellikleri barındırıyordu derininde?
  Bir denklem kurdu zihninde, çözümü boş küme olan. Mevsimlerle bağlantılıydı toprak, insanlarla da...Fakat mevsimlerin değişkenliğini alan insanoğlu neden topraktan çok da bir şey almıyordu? Daha da karışmıştı kafası.Kendini düşündü, inişli çıkışlı ruh halini, havanın değişkenliğiyle kıyasladı. Bunu yaparken kıvrımlar oluştu yüzünde,yana kaydı dudağının bir kenarı..Gülümsedi hafifçe ve dalan gözlerini kurtarmak için başını iki yana salladı. O bunları yaparken, şehri ıslatan yağmur da dinmişti, hemen kahvesini ve sandalyesini kapıp iyice yerleşmişti balkonuna. Sonra ıslanan topraktan dolayı beliren küçük böcek ve solucanları farketti. Uzun uzun izledi onları. Yine kendini düşündü. Her ağladığında içindekileri dışarı vurma isteğini düşündü: Yazarak ya da sözlü...Daha geçen gün tekrardan farketmemiş miydi bunu? İşte benzeyen bir özelliği vardı toprağa...Her ıslandığında dışarı bir şeyler vuruyordu o da işte...İçine hapsolanları çıkarma isteği...
  Keşke ondan daha çok ve güzel şeyler alsaydık, diye düşündü ve onun sihrine hayran kaldığını farketti. Her ne kadar yaşadığı zaman diliminden uzak özellikler söz konusu olsa da, onun ince ve sahiplenici duruşunu, fedakarlığını alan insanlar da olduğunu hatırlamalı ve onlara haksızlık etmemeliydi. İşte böyle insanların yanıbaşında,evinde de olduğunu düşününce şükretti bir kez daha... İşte bir toprak mucizesi daha,diye yineledi...Bunları aklına düşürüp teşekkür ettirdiği için, aynı zamanda bir kez daha hayran kaldı ona...

19 Nisan 2015 Pazar

DREDLOCK SAÇLI KIZ

 Dudakları çatlatan,yanaklarda soyulmalara neden olan fırtına sabahın ilk ışıklarıyla şehrin sokaklarına hakimdi. Mahalle kahvesine erkenden giden emekliler böyle bir şey görmediklerini, buranın rüzgarının böyle olmadığını birbirlerine takma dişleri sayesinde anlatıyorlardı. “Lümpen gibi bir şey bu lümpen, lümpen fırtınası dedi elleri titreyenlerden biri. Tutunamaz bu fırtına bu şehre eser eser gider. “
 Kadın bin pişman oldu çocuğunu bakkala gönderdiğine. Uyku sersemi ve mutsuz uyandığı günün sabahı dışarı bakmadan ekmek torbasına bakmıştı. Perdeyi açıp da dışarı baktığında aklı başından gitti. Toz, fırtınanın etkisiyle terör estiriyordu sokakta. Arabaların alarmı rüzgar sesiyle yarışıyordu. Telefonundan son arananlara girip oğlunu aradı. Hat çekmedi. Kadın telaşa düştü. Oğlu on yedi yaşında gençti ama yine de tedirgindi. Perdeyi kapattı. Yüzünü yıkamak için banyoya yöneldi. Saçı başı dağınık halde, gözleri çapaklıydı. Yüzüne suyu savururken kapının zili duyuldu. Havlu elinde kapıya koştu. Oğlanın yüzündeki ifade berbattı. Yanında kendi boylarında bir kızla çıkagelmişti.
 “Hadi içeri gel”, dedi kıza.
 Kadın ne olduğunu anlamaz halde çocukla kız içeri girmişti bile. Beyaz tende görmeye alışkın olmadığımız dredlock saçları ilk dikkati çeken şeydi.
 “Sen şöyle, evet, ordan geç içeri ben geliyorum” dedi kıza. Kadın oğlunun kolundan tuttu, yüzünde neler oluyor kim bu ifadesi hakim.
 “Arkadaşım!” cevabını verdi, kolunu hızlı bir şekilde silkeleyip kurtardı.
 “Düzgün cevap ver bana!” kısık sesle bağırdı annesi.
 “Merak etme dışarı çıkacağız, kahvaltıya gideceğiz. Al ekmeğini de koydum buraya.”
 Kadın salona geçti, oğlu da odasına.
 “ Hoşgeldin kızım. Adın neydi?”
 Dredlock saçlı kız, güzel bir Türkçeyle:
 “Hoşbulduk, adım  Veronic G. Vlasta.”
 “Nerelisin, inancın nedir, yanlış anlama merak ettim?”
 “Annem Jamaikalı, babam Çek. Ben Jamaika’da doğdum, annem Rasta, babam Musevi. Ben işime gelen göre.”
 Kız sadece kendisine sorulan soruları cevaplıyordu ve cevaplarkenki yüz ifadesi hiç de hoş değildi.
 Dışarıdaki fırtınanın sesi evin içindeyken rahat duyulabilecek kadar yüksekti. Evin içindeki loş ortam ve karşısındaki nereden geldiği belirsiz kızla kalmak kadını tedirgin etmeye başlamıştı. Zaten saçları bir enteresandı. Veronic birden konuşmaya başladı:
 “Ben evimde yatıyordum, fırtınanın sesini duydum. Pencereyi açtım, dışarıda rüzgar var, çok, çok fazla toz var. Kokuyu hissettim. İçime kadar toz kokusu çektim...”
 Kız birden bülbüle dönmüştü. Ellerini sağa sola savuruyor, sonra burnuna getirip avucunun içini kokluyordu. “...sonra başım döndü, kendimi sokağınızda buldum. Ben Jamaika’daydım.  Şimdi anlıyorum, buraya gelmeye, gelmem lazımdı, toz fırtınası buraya attı beni.”
 “Ali!” diye diğer odadaki oğluna can havliyle seslendi. Sesinin titremesini gizlemeye çalıştı. Kız sabah sabah neler anlatıyordu. Kim ayol bu, Allah’ım sen koru, sen koru, koru..
 “Aliii!”
 “Benden korkuyor musunuz?”
 Veronic ayağa kalkıp kadının üstüne doğru birkaç adım atıp durdu.
 “Saçlarım mı? Konuşmam mı? Afrikalı olmam mı? Ha? Neyim korkuttu sizi? Anlattıklarım mı, ah tabi, Türkçeyi böyle güzel konuşmam mı? Hah, korkak!”
 Allah’ım sen koru, kim bu, “Aliii!” Cumartesi bugün, cumartesi. Saat bire geliyor, gelir birazdan Hasan, Hasan gelir birazdan. Cumartesi bugün.
 “Korkma benden, korkmana gerek yok.”
 Ali geldi salona.  Vlasta’ya baktı, ona  Vlasta diyordu.
 “Ali, sen Veronic’i nerden tanıyorsun?”, korku yüzünün her köşesindeydi.
 “Arkadaşım anne, arkadaşım.” Vlasta’ya baktı:
 “Terlemişsin, sil alnını” dedi selpak uzattı, geri odasına gitti.
 Kız alnını silmedi. Gözlerini kapattı, tekrar konuşmaya başladı:
 “Tılsım, hissediyorum. Tozu içimde hissediyorum, Çok güzel, güzel bir his. Evet, buraya gönderdiler beni, buraya, tam buraya. Sana kadın!”
 Kadın hopladı yerinden: “Aliii!”
 Ayaklandı kız. Bu sefer bir kaç adım, kadınla Veronic arasındaki mesafeydi. Kız sürekli bir şeyler söylüyordu.
  “Ben Veronic G. Vlasta. Ben Veronic GOLEM Vlasta. Sana gönderdiler beni, sana, sadece sana, bunca yıl yaptığın pislikler yüzünden. Öl şimdi!”
 Kız boynuna atladı, öyle güçlü sıkıyordu ki karşı koymak imkansızdı. Ölüm diye bağırıyordu, öl şimdi, öl, Ben Veronic GOLEM Vlasta. Öl! Tırnakları kadının boğazından kan akıtıyordu. Kadın koltuğun üstüne yığıldı. Ölmüştü.
 Kız büyük bir şevke gelmişti. Hırsını alamayıp odayı dağıtmaya başladı. Öyle dikkatsiz, ve zafer sarhoşluğu içinde yapıyordu ki bunu zıplarken alnını avizeye çarptı. Sonra birden dondu kaldı. Alnında bir yazı belirdi. Harfin biri elektrik alamamış reklam panosundaki sönük harf gibiydi. Diğerleri parlıyordu. Kız yüzüstü yere düştü. Alnındaki bütün harfler silindi. Ve birden patlayarak yok oldu! Pof!

--- ooo ---

 “Ya Allasen git işine, akşam akşam neler anlatıyon! Aman aman kalsın hediyen orda. İstemiyorum bir daha senden hediye falan. Git gez ülke ülke, bana bir şey alma. Ayh..! Aman kalsın. Tövbe Yarabbim.”
 “Efsane de olsa, ben kendimden de bir şeyler katmış da olsam hikaye hikayedir abla, bir bakarsın gerçek oluverirler. Öyle hık diye gidiverirsin tahtalı köye valla. Haha-hah”
“..."
Bütün gözler sehpanın üstünde duran Golem heykelciğinde çakılı kaldı.

5 Nisan 2015 Pazar

DAHA ZOR OLMADAN

        Bu aralar kafamın içinde savaşlar çıkıyor. Her yer karman çorman. Düşündükçe çözülemeyecek bir tane daha kördüğüm  buluyorum. Düşündükçe kaçırdığım ihtimallere bir tane daha ekliyorum. Düşündükçe... Kızıyorum kendime bazen. Ardı arkası kesilmeyen soruları kendime kendime sorup "ya bu olsaydı" şablonuna oturttuğum cümlelerle cevap veriyorum. En azından öyle sanıyorum. Şarkıda diyor ya "içimdeki ateşle bodrumun sularına sarılıp sarılıp ağladım", tabii ki benim ateşim de sönmedi ne yaptıysam. Dalgalar alıp götürmedi beni uzaklara. Beni götürmedi uzaklara ama, bari içimdeki yığından biraz yüklenip gitseydi.

        Sabrım, dertlerim kadar çok olsaydı keşke. O zaman içimdeki ben ile olan sohbetlerimiz, hesaplaşmalarımız daha kısa sürerdi. Şimdiki hesaplaşmalarımız hep yarım, hep yarına ertelenmiş. Resmen kaçıyorum, o da kovalıyor. Bir gün yakalayacak beni ve bedelini ağır ödetecek. Ağzımı açamadan zihnime yerleştirecek bin bir türlü ihtimal tohumlarını. Kurtuluş : cesaretini topla ve acele etmeden olayları isteğin doğrultusunda rahat bırak. Ahlar, vahlar, ihtimaller, yanlışlar artmadan...Daha zor ya da geç olmadan...

Yanlışın neresinden dönersek dönelim yine de kardayız.

3 Nisan 2015 Cuma

SİNEK

Bastığın yer senden büyük. Yükselişin dumandan ibaret. Bir süre sonra yoksun. Yokluğun her gece milyonlarca yıldızdan birisinin gitmesi gibi olacak. Sıradansın. Yok olarak unutulacaksın.Yok ettiklerin ise hep eşsiz, onlar hep bizle kalacak. Hatırlanmaya değmeyeceksin. Ya da hatırlanacaksın bazen. Keşke diyeceksin,unutulsaydım.

 Korkuyorsun. Senden korkmayanlardan deli gibi korkuyorsun. Tek başınasın orada. Farkındasın bunun ve bu seni korkutuyor. Korkacaksın tabi ki, tarih kitaplarını okumasan da kulağına çalınıyor bazı şeyler. Biz sana bir şey yapmıyoruz. Ekseriyetle kendi kendine yapıyorsun. Gelin güveycilik oynuyorsun. Biz sana bir şey demiyoruz. O duyduğun şeyler var ya, aslında sen onları gece uyurken duyuyorsun, sabah bize çatıyorsun. Belki de sana gerçekten bir şeyler diyoruzdur? Haddimizi aşıyoruz di mi bazen? Gocunmuyorsundur umarım?

  En son ne zaman aynaya baktın? İçinden, ayna ayna söyle bana var mı benden güçlüsü, dedin mi? Gerçi sen bunu her gün yapıyorsun. Bize de dinlettiriyorsun, izlettiriyorsun. (Ama dinleyince seni, üzülüyorum senin için. Baksana, ne kadar da kötüymüşüz biz, neler yapmışız sana. Ahh, bak şimdi... Biz de kendimizi iyi bilirdik. Sen öyle diyince fark ettim. Affedersin di mi bizi? Biz ne kadar da küçüğüz senin yanında. Sinek gibi mideni bulandırıyoruz. Tüh.. ) O aynalar dile geliyor, hepsi sana dönüşüyor. Ancak karşındaki aynalarından birisi seni göstermesin parsel parsel kırıyorsun. Unutuyorsun ki aynayı ayna yapan camın arkasındaki karanlıktır. Aynalar kadar camlar da var, arkası karanlık olmayan, seni değil de doğruyu olduğu gibi gösteren. Öyle inanmışsın ki aynalara, o kadar safsın ki.. Tutunduklarına güveniyorsun, çuvala soktuğun mızrağa güveniyorsun. Yalanlar doğrulara sarmaşık olup göğe çıkmış, seni de yutmuş.
Susmalısın artık. Köşene çekilip bırakmalısın vampircilik oynamayı. Emdiğin aydınlık , odayı karanlığa çevirirken seni tam ortada fosforlaştırıyor. İstediğin buydu değil mi? Herkes sana bakıyor, herkes seni izliyor. Dönüştüğün şey bu değil mi? Alkış!
 
Senli benli konuştum ama alınmamışsındır umarım. Samimiyetimize güvendim, ne de olsa yıllardır… yıllardır beraberiz.

22 Mart 2015 Pazar

PANJURLARI AÇANA DEK

Panjur deliklerinden güneş elini uzatıp dokunuyor , uçuşan tozların arasından karanlıktaki yatağımın buz gibi soğuk tarafına. Buram buram isyan kokan odama renk katmaya çalıştığı belli. Bilmediği: Benim artık renkten, güneşten, getirdiği günden ve beraberindeki ümitlerden yana şüphem, daha da acısı korkum var. Bu nedenle, üstüme doğru gelen parlak lekelere dokunsam yanacakmışım gibi geliyor. Bir mum gibi ağır ağır, ya da bir kibrit gibi geri dönüşü mümkün olmadan... Elim bu sefer güçlü değil, risk alıp kaybetmek, yanmak istemiyorum. En iyisi parlak noktalar yatakta ilerledikçe biraz öteye gitmek, bir başka deyişle kaçmak gerek. Ta ki sen, kendin, panjurları, hatta camları ardına kadar açana dek.

20 Mart 2015 Cuma

YAŞARIM BEN YAŞADIKÇA!

“(...) bir merhabasını istediğim fakat o merhabayı benden esirgeyen (...) bütün arkadaşlarıma ve dostlarıma ince bir sitemdir. Umarım buna alınırlar.”
‘Sİz Yanmayın’ şarkısından bahsederken Ahmet Kaya

Yemyeşil bir yol gibi dururken hayat önümde
İçimdeki karanlık hem gözümde hem gönlümde.
Of Ulan Of - Hariçten Gazelciler

 Topraktan koparılan çiçeğin kavanozun içinde azıcık suya konmasından başka bir şey olmayan hayat dediğimiz olgu zaman zaman can sıkıcı noktalara gelebiliyor. Gelebiliyor diyince sanki bunu yapması zormuş gibi oldu. Aslında siz de çok iyi biliyorsunuz ki keyfinizin kaçması an meselesidir. Kolaydır. Küçük şeylerle mutlu oluyorsanız küçük şeyler canınızı yakar, tam tersi de gayet tabi geçerlidir.
  Herkesin yaşadıklarına, düşündüklerine, inandıklarına bağlı olarak kendini tanımlama şekli vardır, tanımlarken kullandığı kelimeler ve kalıplar da. Ben ki kendimi hiç bu tanımların içine sokmadım, özellikle kaçındım bundan. Elbette inandığım ve savunduğum şeyler var. Mesela Stefan Zweig’ın düşüncelerine, hümanistliğine, edebi kişiliğine ve yazım şekline çok inanır ve güvenirim. Ancak onun da karşı çıktığı gibi amok koşucusu olup körü körüne savunmam kendisini. Mesela oy verdiğim partiyle anılmak istemem, hiçbir partiyi savunmam. Hepsinin kendimce yanlışlarını görürsem eleştiririm. Özgürlüğüme ve belki de tam ifadeyle rahatıma düşkünümdür. Beni kısıtlayan şeyleri gördüğüm zaman oradan hemen uzaklaşırım; oyunlar gibi. Çok fazla bilgisayar oyunu oynayan, bilen bir insan olmadığım gibi sevdiğim ve küçüklüğümden beri çok oynadığım bir kaç oyun vardır. Eğer o oyunların beni hapsettiğini hissedersem anında silerim, daha bir kaç hafta önce yaptığım gibi.. Bu örnekler hayatımın her yerinde vardır. İster insanlar, ister sosyal ağ, ister dizilerim… Mantık… Sınırı geçmeden önce beni engelleyen, kurtaran şey mantığımdır. Aşk mı mantık mı bilemem ama yaşadığım hayatta mantığa daha çok yerim var.
  Beni anlayıp tanıdığınızı düşünmeye başlayabilirim sanırım ve benim yazdıklarımı düzenli takip ediyorsanız zaten biraz tanıyorsunuzdur. Şimdi bu anlattıklarımda eksik ve insana özgü bir durum var: Bağlılık. Anladığınız üzere bu hayatta paraya, telefona, bilgisayara, gezmeye tozmaya, mala mülke bağımlı olduğum yok. Benim bağlı olup inandığım bir kaç şey var: Dostluk, muhabbet, aşk, iyilik, aile.. Çok klişe demeyin. Ben iyiyim, ben şöyle güzelim falan diyip de kendini beğenmiş gibi görünmek istemem. Çünkü en son birine kendimi anlattığımda ‘kendini beğenmiş’ damgası yemiştim. Son cümlemin konumuzla alakası yoktu, neyse.
   Bu adam bu kadar ne anlatıyor demeyin nolursunuz. Yanımda bunları anlayan biri olsaydı ona anlatacaktım. Ona dolan içimi anlatacaktım. Fakat sanırım ne yaşadığım yerde ne de yaşamadığım yerde bunları anlayacak birisi yok. Herkes birbiriyle çok yakın, herkes herkesin canısı cicisi, kardeşi, aşkı… Ben neden kimseye böyle düşünemiyorum artık? Neden bana ‘yakın’ olanlar beni anlamaktan uzak ve sözde yanımda? Neden bana ‘uzak’ olanların beni anlayıp bana verdiği değer daha fazla? Allah kahretsin ki isim veremiyorum, Allah kahretsin ki düşünmediğim bir şeyi söyleyemeyen ben, bu insanlara karşı kötü bir şey diyemeyip anlamalarını bekliyorum ben demeden. Ama şundan emin olun; sözüm meclisten içeridir.
  Dostuna verdiği değerin karşılığını görmeyen, oturup da şöyle güzelce muhabbet edemeyen, kimsenin aşkı olmayan, iyilik adına yaşadığı ülkede tepeden tırnağa bir şey göremeyen ve ailesinden uzakta olan ben. İşte ben bu yaşadığım içten içe karanlıkta beynime hapsolmuş durumdayım. Rahatına ve özgürlüğüne düşkün olan ben, kendimi karanlıktan çıkartıp da aydınlığa koyamıyorum. Rahatlayamıyorum, beynimde hapis hayatı yaşıyorum!  “Kendine nasıl davranılmasını istiyorsan herkese öyle davran.” yalanına aptalca inandım yıllardır. Kim söylemişse bunun ancak toplu tuvaletlerde (bir ihtimal)  geçerli olacağını bilemeyecek kadar körmüş aslında, bir o kadar da beni körleştirmiş.
   Yaşarım ben. Öyle ya da böyle yaşarım ben. Güvendiğim her şey, inandığım veya tutunduğum her şey, herkes ( adı her neyse artık) yitip gitse de yaşarım ben. Dua ederim, alır elime kalem öykü yazarım, olmazsa açar müziğimi dinlerim, yeri gelir kitap okurum. Ne pes ederim ne de umudumu yitiririm. Yaşarım ben yaşadıkça!

15 Mart 2015 Pazar

SÖZ SAHİBİ

Bir kez yetiyor
Parmaklarınla sıkıştırman
Gerisi çorap söküğü ya da
Kum fırtınası...

İyileri de betimliyorsun
Yalnızlığı da çarmıha geriyorsun.
His değil mi bu
Perilerini de çağırır
Şeytanlarını da...

Sen sana bak önce
Neden başkasının olsun sözcüklerin
O'na yazma
O sana yazdırsın
Huzur O'na çöksün.

14 Mart 2015 Cumartesi

MANOLYA

   Dayanıklı,aynı zamanda zarif...Güç verici,aynı zamanda naif...Ve bir o kadar hoş kokulu,büyüleyici kibarlıktadır manolyalar...Zihnim seni ona benzetir, kalbim öyle duyumsar...
 Ah! Senin kırmızı küçük meyvelerinden biri  de ben olmalıyım...Tohumlarını  taşımalı,her an seninle dolmalıyım...
 Defalarca meyve veren, her an herkesi donatıp, çiçekliğinden de ödün vermeyen manolyam! Benim içimin bahçesindeki nefes verici ağacım,benim dünyam! 
 Ne güzel şey seninle dolmak,ve ne güzel seninle yol almak!
  Köklerin sağlam,yıkılma hiç o yüzden...yıpratmasın seni dün, mutluluk duy her günden....
 Sevgimiz toprak ve gülümsememiz su sana,benimse bu cümlelerimi sakın unutma...Sana neşe olsun bu sözlerim her dem, benim manolyam,canım annem...

9 Mart 2015 Pazartesi

MANTIKLI KALP

Bir durumla karşı karşıya kaldığınızda hangisine izin verirsiniz aklınıza mı, kalbinize mi? Kalbiniz hissettiğiniz yönde sizi karara iter, mantığınız ise düşündüğünüz yönde. Siz hangi yönde gitmeye karar verirsiniz? Acaba mantık dediğimiz şey bizim hissettiklerimizden mi oluşuyor, ya da tam tersi mantığımız bizi istediği şekilde mi hissetmemizi sağlıyor? Peki ya siz bir birey olarak mantığımı veya hislerimi kontrol altında tutabiliyorum diyor musunuz, ya da ne kadar kontrol altında tutabiliyorsunuz? Ya da hayatımda hem mantığımla hem de kalbimle hareket mi ederim diyorsunuz? Peki ikisinin aynı anda ortaya çıktığı durumlarda ne yaparsınız?…
Mesela bir kızı çok seviyorsunuz, onunla gerçekten bir ömür geçirmek istiyorsunuz. Fakat ufak bir probleminiz var sevdiğiniz kız, aileniz tarafından istenmiyor ve sürekli bu sebepten ailenizle karşı karşıya  geliyorsunuz ve en sonunda sizden bir karar verilmesi isteniyor. Ne diyeceksiniz, ne cevap vereceksiniz? Kalbinizi mi dinleyeceksiniz yoksa, mantığınıza mı izin vereceksiniz? O an da hisleriniz size daima o kız ile birlikte olmayı söyleyecek, fakat mantığınız sürekli ailenizle karşı karşıya kalacağınız için böyle bir ilişki olmamalı diyecek.Siz ne söyleyeceksiniz ?
Kendi kendinize kurduğunuz senaryolar, ürettiğiniz fikirler hepsi birbirini çürüten tezler gibi kafanızda dönüp duracak, içinden çıkamayacak bir hale dönüştüğünde hangi taraftan ödün vereceksiniz ? Ailem beni nasılsa affeder deyip hislerinizin peşinden mi gidersiniz, yoksa ailemi bu şekilde üzmeye nasılsa değmez deyip mantığınızı mı dinlersiniz?

Bu sorunun cevabını size Mantıklı Kalp verebilir. Belki veremez ama kesin olan bir şey var ki, böyle bir durumla karşılaştığınız da değişmeyecek tek şey Hisleriniz…

8 Mart 2015 Pazar

ŞİMDİLİK BÖYLE

     Gönlümüzü, aklımızı hallaç pamuğu gibi sağa sola savuran çirkinliklerden sonra, biz o daracık lüzumsuz zamanlarda öfkeyle birlikte istemsiz konuşuyoruz bazen. Yutamayacağımız lokmaları ağzımıza koyuyoruz. Sonra gerçeği anlayınca, yutamayacağımızı anlayınca, gururumuzla savaşıyoruz. Gururumuzla savaşırken, bir yandan da çöküyor gırtlağımıza kolumuzu kanadımızı kırık bırakıp giden çirkinlikler. Zincire vurup uyuttuğumuz hasret köpeklerini uyandıran, kan akışını saçma sapan bir hale sokan, elimizi ayağımıza dolaştıran, beynimizle gönlümüz arasında kurulu mantık köprüsünü zorlanmadan yıkan, Allah'ın özenle yarattığı kuluna sadece anlamsız gözlerle bakar hale geliyoruz. Cesaretimiz, başkaları yüzünden kırılan cesaretimiz, yüzünden ona sadece rüyalarımızda yer veriyoruz. Kaybetmek bizler için artık çok büyük bir eylem, yıkım boyutunda. O yüzden şimdilik hayallerdesin, gönlümün uzanamayacağı, zihnimin tahmin edemeyeceği kadar uzaklardasın. Belki de yakınsın ama... Ne eski gücüm, ne cesaretim, ne de kendime çizdiğim sınırın dışına çıkabilecek gururum var. Uzaktan sevmek bir kördüğüm, uykumu düğümleyip beni düşlere iten ipin bir ucu sende bir ucu da bende. "Çöz hadi körfezi güzelleştiren". Umarım bunu evren sana iletir. Zaman her şeyin ilacı evet biliyorum ama arsızlaşan hasret köpekleri zorluyor beni.

oturduğum hEr yErdE, 
baktığım hEr köşEdE
gözlErim gözlErini,
kulaklarım sEsini
zihnim yarattığı sEnli bEnli sahnElEri arar.

6 Mart 2015 Cuma

DONAKALAN AYRILIK

  Akşamüstü Bornova’daki iş yerinden çıkıp önce otobüsle metro durağına, oradan da Konak durağına gelirdi. Her gün tekrarlanan bu olay bugün başına büyük şeyler açacaktı. Çünkü kader en çok sıradanlaşmış şeylerde cana gelir, adeta virüsün insan vücudunda hayat bulması gibi hasta olduğunuzda anlayabilirdiniz. Siz buna ister Murphy kanunları, ister kader, ister tesadüf diyin; insan bir şeyi kafasından sildiği vakit, yahut silmeye yaklaştığında o silinen şey şimşeklerin çaktığı sağanak yağmurda yıldırım gibi can evinizin başına düşer. Eğer paratoneriniz varsa şanslısınızdır. Fakat güçsüz yapınız varsa işte o zaman işiniz zordur. Kaderin bir diğer oyunudur bu aslında. Yağmur yağarken herkes şimşek çakmasını duyar, bilir ve bunun gerçekleşmesini bekler. Fakat o kadar kilometrekare içinden sizin can evinize düşeceğini hesaplamazsınız. İşte bu yüzden ateş düştüğü yeri yakar, siz yananı görür ama yine de önemsemezsiniz.
 Konak istasyonundan en son vagondan inip aheste yürüyordu.Geçen iki yıl sonunda gençliğin çılgın heyecanından ayrılmış ve yaşadıklarından dolayı artık neşeli, her an her şeye gülüp mutlu olabilen şuh kadın gitmişti. Yerine ciddi ve takım elbiseli bir kadın gelmişti. Hayat gariptir. Sizi değiştirir. Artık okuduğu kitapların arasına Didem Madak’lı ayraçlar koyup çalıştığı masanın üstündeki kalemlikle masa takvimi arasına hemen bir bakışta rahatça görebileceği yere şu sözleri yazan bir insana dönüşmüştü:
 “Bazen kendimi korumak için sevimli bir kirpi gibi davranıyorum ama dikenlerim en çok bana batıyor.”

Topuklu ayakkabı acısı onun hızlı ilerlemesine izin vermiyor, zaten gerisinde kaldığı insanlarla arasındaki farkı artırıyordu. İstasyon görevlilerinin telsiz seslerinin anlaşılmazlığı arasında karşı tarafa tren geliyor ve duruyordu.
 Sağ tarafta bekleyin uyarısına uyan insanlar kendilerine ayrılan kısımda bekliyorlardı. En son insan merdivenin en yüksek yerinde adımını atıp kendi ayaklarını kullanarak ilerlemeye devam edecekken, o daha adımını yeni atıp kafasını şöyle yukarı kaldırmıştı ki, kaderin onu kıskaca almış bir halde olduğunu fark etti.
 Üniversite hayatlarının ilk yılından itibaren omzuna kafasını koyduğu, ellerinin her çizgisini, bakışlarındaki her anlamın ne demek olduğunu bildiği; onunla geçirdiği her saniye kalbinden başlayan sıcaklığın onun kalbine kadar giden adamı gördü. Dört yıllık sevginin ardından ayrılalı iki yıl olmuştu. Birbirlerini gördüler.
 Ölen insanların öldükleri anki bakışlarıyla hatırlanması gibi, ayrılık konuşmaları ve son bakışları aklına geldi. Siz buna yine istediğinizi diyin fakat ayrıldıkları kafede “Son Bakış” çalıyordu.Aslına Erdal Eren için yazılmış olsa da, bir eser insanlarla buluştuktan sonra halkın olur. O eseri dinlediğinde, okuduğunda ne hissettiriyorsa anlamı odur onun için.

“Aman yandım aman.
 Kurşun gibi izler
 Son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda..”

 Bunları hatırladı, son kez elini tutup da af dilediği o anı. Fakat gururlu bir erkekti o, kendisini affetmeyeceğini biliyordu. Her şeye rağmen ikisinin de son lafıydı “Seni Seviyorum”
 Şimdi biri aşağı biri yukarı giderken yan yana oldukları o an, o anki bakışlar... Ayrıldıkları anki bakışla aynıydı her şey. Ve işte uzaklaşıyorlar birbirlerinden. Kızdan ani bir çığlık, ağlama sesi duyuldu, erkek yukarı doğru baktı.
 Her şey bir anda oldu. Kız ani bir hareketlenmeyle yürüyen merdiveni bitirdi ve diğer tarafa, inişe, geçti. Erkek bir an duraksadı. Merdiven yarılandı, erkek yürümeye başladı. Kız merdiveni bitirdi, erkeğin bindiği metronun kapısı kapandı. Kız donakaldı, erkek donakaldı. 
Tren durmadı, zaman durmadı.

28 Şubat 2015 Cumartesi

BUGÜN

Sokakları, yüzünün çizgileri diye dolaştım bugün,
Her bir çizgisini adım adım yürüdüm
Ve gördüm,
Çıkmayan her sokağın sonunu
Dört nala koştu içim ve duruldu
Köşelerinde soluklanıp büyüdüm...
Denizleri, gözlerine bakar gibi izledim bugün,
Her bir dalgasında kayboldum
Ve yoğruldum,
Derinliklerinde öğrendim kendimi,
Kulaç kulaç dinledim sessizliğimi
Sebebini arayıp düşünüp durdum...
Ve gözümün önüne her gelişinde gülüşün,
Orada saklanmak istedim bugün...
Duruyor hala içimdeki mührün,
Kuşlarla yapmıştın, anımsadım bugün...

22 Şubat 2015 Pazar

BİZE İNSAN GEREK

     "Söze nasıl başlanır" gibi kalıplaşmış bir cümleyle giriş yapmak istemedim aslında. Fakat gelin görün ki, bazı günümüz şartları ve olayları için kelimeler, cümleler veya metinler anlamsız kalıyor. Ne desem anlatmak istediğim duyguların ve fikirlerin içini doldurmuyor. Çünkü bu duyguları ve düşünceleri böylesine balon gibi şişiren insanlık ayıbının getirdiği büyük boşluk.  Doldurmasa da ben içimden geçenlerin küçük bir kısmını yazmayı deneyeceğim.
     Gelelim bu boşluğun yapı taşlarına. Neler oluyor da insanoğlu insan olmaktan utanır hale geliyor ve bu amansız boşluk gittikçe büyüyor, ya da başka bir soru: Bu boşluğun neresi çekici de insanlığı yavaş yavaş yutuyor? Belki de cevaplanması en zor sorulardır.
      Bazı uzmanlar(!) çıkıp insanoğlunun davranışlarının nedenlerini araştırıyorlar, bazı karakterlerin (veya karaktersizlerin) analizini yapıyorlar. Sonra da büyük iş yapmış gibi çıkıp gündüz kuşağı programlarında anlatıyorlar. İyi güzel yapıyorsunuz da, ülkemizde, dünya üzerinde var olan kaos düzeninin oluşmasında sizin payınız da var. Nasıl mı? Yavaşça anlatıyorum. Öncelikle güç, hırs, iktidar ve intikam gibi terimler türedi siyasiler yüzünden. Sadece 21. yüzyıl için demiyorum bunu. İlk insandan beri gelen, güce sahip olma ve yönetme arzusu yüzünden tarih boyunca insanlık kutuplaştı. Dönem dönem kutup isimleri farklılaştı tabii. Günümüze doğru gelirken de kutup sayısı artış gösterdi. Kutuplaşacak o kadar çok malzeme verdiler ki insanlara hangisini seçeceğini bilmeden boş kafayla ortalarda gezdiler. Büyük saydığımız insanlar, eğitimin ve öğretimin alınması gereken yerin özelliklerini karıştırdılar. Belki de eğitim sisteminin içini boşalttılar. En olmadı, başta anne babaları yanlış eğittiler. Sonuç olarak mı? Rüzgar esse o tarafa yönelecek, birisinden ak için kara dediklerini duysa vazgeçip o da kara diyecek, kutuplaşmanın bir erdem olduğunu, kendisi gibi düşünmeyenlerin düşman olacağını sanan, dünya da dönen bin bir oyundan habersiz kendi küçük oyununda eğlenen, güçsüze karşı güç kullanmanın delikanlılık olduğunu savunan, kavganın ya da bir ileri boyutu insan öldürmenin güç gösterisi olduğunu savunan insanlarla doldu etraf.
     Bu kadar mı peki bu liste? İstediğim kadar uzatırım bu listeyi emin olun. İster siyasiler yüzünden, ister dini yanlış bilen din adamları yüzünden, ister yanlış eğitim sistemi yüzünden, hatta isterse takımlar yüzünden olsun. Canavar sayısı günümüzde artık çok fazla ve biz bunu çabuk kabulleniyoruz. Ama ben kabullenmiyorum. Hiç bir kadın tecavüz gibi iğrençliği hatta sözlü tacizi,dayağı,işkenceyi,bıçaklanmayı,öldürülmeyi hak etmez,hiç bir bebek şiddeti,işkenceyi ve tacizi hak etmez,hiç bir adam trafikte korna çaldı diye, kavşakta yavaş hareket etti diye ya da bir yere park etti diye dayağı ve ölümü hak etmez, hiç bir adam istemeden bir cama kar topu attı diye ölümü hak etmez, hiç bir kişi medeniyetin bağrı(!) dediğimiz yerlerde(ABD, İsveç, Almanya) SADECE Müslüman olduğu için öldürülmeyi,darp edilmeyi hak etmez hiç bir hayvan dövülerek öldürülmeyi, tacize uğramayı hak etmez. Hak etmezler ama maalesef günümüz de bunlara çok kurban verir olduk. Konuşmayı, düşünmeyi, saygı ve sevgi gösterip sabırlı olmayı unuttuk. Ama acele işe şeytan karıştı işte. Ayrıca insanlık suçunu işleyenler, işlemesi için ortam yaratan siyasiler ve adalet yetkilileri, suça kendilerince mantıklı sebep uydurup cinayetleri ve tacizleri hedef gösteren sanatçılar(!) ve çakma dindarlar, son olarak da görüp de sessiz kalanlar (komşular, yoldan geçenler vs.) siz de insanca muameleyi HAK ETMİYORSUNUZ. Timsah gözyaşlarınızla masumların topraklarını kirletmeyin.

     Bize ne o hükümet ne bu hükümet, ne o araba ne bu, ne teknoloji, ne de yeni TFF başkanı gerek. Bize saygı, sevgi, hoşgörü, sabır, akıl, mantık gerek. Bize insan gerek.

20 Şubat 2015 Cuma

YÜZYILLARA DİRENEN TAS ve HAMAM

“Bu ülke, insanı her gece çaresizlik hissiyle uyutup sabah da sana ait olmayan bir utanç duygusuyla uyandırıyor. Gece sen bilmeden kim bilir ne rezaletler, felaketler yaşanıyor. Sabah da kendi kendimizi,bulunmadığımız yerlerdeki ölümler için suçlayarak, utanarak uyanıp… His kuşatması bu. Felç oluyoruz, felç!” 1


 Uzun zamandır kurgulamaya çalıştığım hikayemi düşünüyordum. Geçen hafta kalemi alıp başladım ve ortasında tıkandım. İçinde, tadında olacak kadar korku olmasını istiyordum. Yarım kalan hikayemi, gelen ilhamla diyeyim, bitirdim. Ve bir kaç yeri düzelttikten sonra bloga koyarım dedim. Sonra yine geçen hafta aklımın alamadığı olay oldu ve peşinden gelen yorumlar... Fark ettim ki zaten korkunç bir yerde yaşıyorduk. Üstüne korku eklemek anlamsızdı. Kalbi mi dinlemeli yoksa beyni mi gibi cümleler kurarken biz, ikisine de sahip olmayanlar hayatlarımızı bitiriyordu. Biz burada şiirler, öyküler yazarken başka yerlerde insanların başına gelen bin türlü şeyi okuyorduk. Güzel bir abimin deyişiyle: “Naiflikten öleceğiz..”
  Her gün haberleri takip ettim, her gün yorumları ve  #sendeanlat etiketini okudum. Bu olayla ilgili hiçbir şey yazamadan sadece okudum. Çok şey geçti içimden ve hatta açık açık hedef aldığım siyasi insanları eleştirip, genel kapsamlı ağır şeyler yazıp buraya koyacaktım. Vazgeçtim. Bu kadar kadın varken, bu kadar yaşadıkları şey varken onların değil de benim konuşmam önemli değil gibime geldi. Kadınlar konuşmalı, biz düşünmeliyiz dedim kendimce.
     
  Yüzyıllar önce yazılmış şeylerin günümüzde hala anlamının olması ve kullanmamız korkunçtu. Bundan yüz yıl önce “Yiyin efendiler yiyin…” diyen Tevfik Fİkret’i, beş yüz yıl önce 66. Sonesiyle Shakespeare’ı, bin yıl önceki Ömer Hayyam’ı; ‘Uzay çağında’ yaşarken iki bin yıl öncesinin savaşları….  Onların o zamanlar için yazdıkları ve yaptıkları şeylerin günümüzde de gerçekleşmesi, gerçekleşmesini geçin, tartışılması bile bence korkunç bir şeydi. Bu dünya hep böyle kötüydü, kötü.  Mehmet Akif demiş ya (yüz yıl önce), ders alınsaydı tekerrür eder miydi?, diye. Düşünüyorum da, bu insanlık hep böyleydi; ders alsa da böyleydi almasa da böyleydi.
İlk insanlar olan, aynı zamanda cennetten kovulmuş Adem’le Havva’nın soyu olan bu insanlık…Adem ile Havva’nın çocukları olan Habil ve Kabil arasında ilk cinayetin işlenişi… Bu dünyadan ne bekliyoruz ki; koca dünyaya bir (ve ilk) aile sığamamış, 7 milyar insan nasıl sığacaktı?

  
---------------


1.  Devir - Ece Temelkuran / Can Yayınları

15 Şubat 2015 Pazar

ZIMPARA

  Çevrem ve ben... kendimi hiç bir yere ait bulamıyorum. İçtiğim su bana göre değil. Pişirdiğim patlıcan musakka daha çok zeytinyağlı dolma gibi burda bana. Yenilenmenin değişerek olduğuna inanmıyorum ben. Bence yenilenme yapışan pasları zımparalamakla olur. Bebek annesinin memesini zımparaladıkça süte ulaşır. Uzun zaman önce okuduğumuz kitaba tekrar bakacağımızda, bilgilerimizi tazeleyeceğimizde önce üfleriz. Ya da yeni bi dans öğreneceğimizde önce kabasını kaparız sonra kendimizi aynada dikkatlce izledikçe, zımparalarız vücudumuzu. Kesilen bir ağacı kereste yapmışken zımparayla saza dönüştürürüz. İşte ben de böyle yapmalıyım. Asıl olan gitmek olmamalı kalabilip yaşadığım şehri yenilemeliyim.

  Benim başlangıcım yaşlılar olacak. Yeniliklerin en zor hayata geçtiği jenerasyondan başlayacağım zımparamı sürtmeye. Çünkü çevremde büyükleri örnek alan kardeşlerim çok. Ağacın kökünden başlarsam meyvelerim daha çabuk ve daha güzel olgunlaşır ve ortaya çıkabilecek kısır döngüden de kurtulmuş olurum. Sadece insanlara sürterek içlerinde kalmış benlikleri çıkarmak istemiyorum. Nesnelere ve diğer canlılara da dokundurucam ben zımparamı. Bu bi şehirse sadece insanların değil ki bitkilerin hayvanların hatta arabaların bu şehir. En çok da betonların.

  Herşeye karışıcam bazılarında derin ve uzun süre çalışıcam bazılarında da daha yüzeysel ama o zımpara herşeye değicek. Beni burdan uzaklaştıran ya da bana karışmayan ne olursa olsun o demir süzgeçten geçecek, ben hariç.

  Neden yalnızca kendimi zımparalamıyorum ki ben? Düşünmedim mi sandınız bunu. Tabi ki düşündüm! Cevabı çok basit: Kendimi seviyorum, bencilim. 

14 Şubat 2015 Cumartesi

DOKUNMA

  Bir el...Yabancı bir el...Yanan bir mumu söndürüp, sonra 'ama...' larla karanlığa mahkum etmişliğini savunur iyice küçülerek.Ne bir söz söylenebilir üstüne ne de 'keşke'lerle başlayan bir cümle kurulabilir. Sadece her çaresiz çırpınışının, bir gün onun da yüreğine ok gibi saplanmasını istersin...
  Üzerine yazılacak, konuşulacak, söylenecek gerçekten çok şey var...Paragraf paragraf, sayfa sayfa işlenebilir her bir satır...Fakat her bir cümle,her bir harf bir yakarışı temsil ediyor bazı durumlarda ve daha çok canını yakıyor insanın.Onun canının daha çok yandığını bilerek... Bu yüzden sadece şunları yazabileceğim..Her kadın çiçektir, artık n'olur soldurmayın...Çaresizliklerini kullanmayın, sessiz kalmalarını sağlamayın, her yeni doğan günlerinin karartılarının sebebi olmayın, dört duvara mahkum etmeyin, gözyaşlarını dindiren olun; ağlatmayın,gülücükler sunun; kötülükler sunmayın, ellerinin nasırı olmayın, saçlarının beyazı olmayın, kefeni olmayın, sebebi olmayın, hatta fenalık içeriyorsa zihniniz mümkünse dokunmayın...Hiç dokunmayın...

13 Şubat 2015 Cuma

SENDEN SONRA

Gözlerime bakıyorum aynada
Görebildiğim tek şey;sen
Dinliyorum kulaklarımdaki sesi kalabalıkta
Duyabildiğim tek şey;sen
Dudaklarımı oynatıyorum
Söyleyebildiğim tek sey ;sen
Etrafıma bakıyorum şöyle bir masama Yazdıklarıma
Her ne yazmaya çalışsa da kalemim
Her cümlemde olan tek şey;sen
Şöyle bir göz atsam geçmişime,eski bene
Her parçada her hayat kırıntısında sevinç ve aşkta
Bildigim tek şey;sen
Büyük tabloya baksam hayata dair
Orada renk cümbüşünün ortasında
Görebildiğim,bildiğim iki şey var;
Sen ve Aşk

7 Şubat 2015 Cumartesi

YALNIZLAR BANKINDAN SELAMLAR 2

Yine ben. Yine aynı yer. Aynı dert tasa diyemeyeceğim. Bu dünyada sıkıntısı olan insan tek ben değilim ve hayatım boyunca da şu bel ağrısından öldüren, kıçımı düzleştiren bankta yalnız başıma oturup İstanbul semasına dert yanamam ya. Can dostum bugün yanımda ve onunla tokuşturuyoruz. Bu sefer ben susuyorum o anlatıyor. Adam benden dertliymiş be. Yıllar önce müzik sevdasına gelmiş İstanbul'a. Bilirsiniz işte garibanlık zor. Kendinden vazgeçiyorsun da çoluk çocuğundan, ailenden kolay kolay vazgeçemiyorsun. O da ailesi için düşmüş müzik yapma sevdasına. Kaset çıkaracakmış. Gazinodan gazinoya gidip burada yaşamını düzene sokacak kadar para kazanacakmış. Ailesini sonra yanına alıp rahat ettirecekmiş. İlk sene kimse ekmek kapısı göstermemiş ona. Sokaklarda yatıp kalkmış. Müziğini sokakta yapmış. Hayat sürprizlerle dolu ya, bir adam tutup kolundan kendi mekanına götürmüş. İş vermiş, yatacak yer de vermiş. Mekan küçük ama sakin bir yermiş. Çok seviyormuş çalıştığı insanları ve ortamı. Ne yazık ki kazandığı para hedeflerine çok uzakmış. Sık sık arayıp henüz zamanı olmadığını söylüyormuş ailesine. Yenge iki çocukla yapayalnızmış. Yorulmuş tabii  köydeki baskıdan. Bir tane insan da çıkıp sahip çıkmamış ya. Pardon insan dedim. Neyse bir gün köyün bakkalı aramış bizimkini. Oğlum gel karının sana ihtiyacı var diye. Adam uzun bir yol gitmiş ama nasıl gittiğini anlamamış. Gidince evinin önünde gereksiz bir kalabalık görmüş. Telaşlanıp içeriye doğru koşmuş. Kapıda bakkal yakalamış. Çekmiş bir köşeye sarılıp karını kaybettik evlat demiş. Neden nasıl diye soramadan sinir krizi geçirmiş bizimki. Nasıl geçirmesin abi dünyası yıkılmış çocuğun. Yatıştıktan sonra işin aslını öğrenmiş ama öğrenmese daha iyiymiş. Kendilerini erkek sananlar savunmasız bir kadına kıymışlar adamı erkeklikten utandırırcasına. Adam yıkılmıştı bir daha tabii. 2 yıldır hasret yüzüne son bir kez bakıp öpüp bir iki kürek toprak atmış. Gözyaşlarıyla sulamış toprağını. Adalet büyüktür, o değilse bile Allah büyüktür deyip çocukları için intikamın ateşini içinde söndürmüş. Gözünün yaşı kurumadan çocuklarıyla gelmiş çalıştığı yere. Mekan sahibi delikanlı adammış ki yardım etmiş ona. Çalışmaya devam etmiş. Ağlayarak söylemiş her şarkısını. İçinden kopup gelen özlemle söylemiş. Her nağme içini sızlatmış. Dinleyenler bilmese de çok sevmişler ve hayran kitlesi bile olmuş. İş vermeyen ünlü gazinolar teklif üzerine teklif, para üzerine para önermişler. Kaset albüm vaadleri falan... Tek bir cümlesi açık ve net şekilde niyetini belli etmiş: çocuklarım iyi yetişiyor Allah'a şükür aç değiliz açıkta değiliz kara gözlümü geri döndürüp hayallerini ona veremeyecekse bırak para sizin yalancı ceplerinizi yalancı ellerinizi doldursun. Bu adam içmesin de kim içsin be. bugünlük de bu kadar. 

6 Şubat 2015 Cuma

ORTAK İKNA : Güneşin Gittiği Yer

Nereye baksan yok
Hiç bile her şey sayılır o bulunduğun yerde
Kurtarırsa kurtarır ancak
Yine şiire tutunmak.
Aziz Nesin - Şiire Tutunmak

 Günler en küçük evlat, aylar ortanca, yıl ise en büyük evlat. Dünya üzerinde küçüklerin sözü geçmiş midir ki hiç? Bunun çok sevdiğimiz bir hali de yok mu, işte: Su küçüğün, söz büyüğün. Konu mu? Konu fark etmez, söz büyüğün. Yani günlerle, aylarla olan bir şey değil bu konular. Yılların sözü geçiyor.
  Dünyanın en güzel betimlemesidir Necip Fazıl’ın Beklenen şiirindeki ilk dörtlük. Biliyorsunuz ki bu şiirin devamını okumak cesaret ister, o da bende yok işte ne yapalım.. “Ne de şeytan bir günahı” Ötesi var mı bunun?
 Sait Faik’in Mürüvvet öyküsünden bir yerin altını çizmişim. Kitapların arasında kaybolurken buldum. Tesadüfe bak.. “Kahverengi gözlerine ağır, koyu esmer göz kapakları ağır ağır; güzel, şiirle dolu hazin bir piyesten sonra inen tiyatro perdeleri gibi, iniyordu.” Vallahi tesadüf! He dersen ki tesadüf yoktur, ben de sana derim ki geleceğe bir göz kırpış bunun adı. Bundan sonra benim için tesadüfün anlamı bu olsun..


 Seni kağıttan ve kalemden kurtarmak adına neler yaptım. Sadece hayal olma diye. defter kapandığında kağıtların arasında hor görülme, karanlıkta kalma dedim. Fakat hayır, ne ettimse olmadı. Kurutulmuş bir gül gibi defterin arasından çıkmadın. Kısa ömrümden uzun bir yaz da böyle geçti gitti. Ne kabuslar gördüm, ışık aradım ama yoktun. “Zaten görülen ve görülmeyen bütün düşler, bu karanlığın ta kendisi değil miydi?” İhsan Oktay Anar Puslu Kıtalar Atlası’nda böyle dememiş miydi? Sen zaten şair, öykücü, ressam, müzisyen olan herkesi haklı çıkarttın da bir beni haklı çıkartmadın.


  Kabul etmeli insan. Rene Magritte’nin iki senede çizdiği “pipo resmi”nin altına “Bu bir pipo değildir.” yazışı gibi kabul etmeli insan. O yaptığın şey senin de eserin olsa, onun bir pipo olmadığını onun aslında çerçevenin içindeki bir resim olduğunu söyleyebilmeli insan.
  Şimdi sıra bende. Kendi kendime büyüttüğüm bu oyunun, bu aptal uğraşın, altına yazmam gerekiyor sanırım: Bu bir aşk değildir.

Düşündüğümden daha fazlasını söyledim, ama
söyleyeceklerimin de sınırına ulaştım. Hakkımda anlattığım
gibi konuştuktan sonra hiçbir şey olmamış gibi davrandı ve
gece fazlasıyla çabuk bitti.
Maurice Blanchot - Ölüm Hükmü