28 Şubat 2015 Cumartesi

BUGÜN

Sokakları, yüzünün çizgileri diye dolaştım bugün,
Her bir çizgisini adım adım yürüdüm
Ve gördüm,
Çıkmayan her sokağın sonunu
Dört nala koştu içim ve duruldu
Köşelerinde soluklanıp büyüdüm...
Denizleri, gözlerine bakar gibi izledim bugün,
Her bir dalgasında kayboldum
Ve yoğruldum,
Derinliklerinde öğrendim kendimi,
Kulaç kulaç dinledim sessizliğimi
Sebebini arayıp düşünüp durdum...
Ve gözümün önüne her gelişinde gülüşün,
Orada saklanmak istedim bugün...
Duruyor hala içimdeki mührün,
Kuşlarla yapmıştın, anımsadım bugün...

22 Şubat 2015 Pazar

BİZE İNSAN GEREK

     "Söze nasıl başlanır" gibi kalıplaşmış bir cümleyle giriş yapmak istemedim aslında. Fakat gelin görün ki, bazı günümüz şartları ve olayları için kelimeler, cümleler veya metinler anlamsız kalıyor. Ne desem anlatmak istediğim duyguların ve fikirlerin içini doldurmuyor. Çünkü bu duyguları ve düşünceleri böylesine balon gibi şişiren insanlık ayıbının getirdiği büyük boşluk.  Doldurmasa da ben içimden geçenlerin küçük bir kısmını yazmayı deneyeceğim.
     Gelelim bu boşluğun yapı taşlarına. Neler oluyor da insanoğlu insan olmaktan utanır hale geliyor ve bu amansız boşluk gittikçe büyüyor, ya da başka bir soru: Bu boşluğun neresi çekici de insanlığı yavaş yavaş yutuyor? Belki de cevaplanması en zor sorulardır.
      Bazı uzmanlar(!) çıkıp insanoğlunun davranışlarının nedenlerini araştırıyorlar, bazı karakterlerin (veya karaktersizlerin) analizini yapıyorlar. Sonra da büyük iş yapmış gibi çıkıp gündüz kuşağı programlarında anlatıyorlar. İyi güzel yapıyorsunuz da, ülkemizde, dünya üzerinde var olan kaos düzeninin oluşmasında sizin payınız da var. Nasıl mı? Yavaşça anlatıyorum. Öncelikle güç, hırs, iktidar ve intikam gibi terimler türedi siyasiler yüzünden. Sadece 21. yüzyıl için demiyorum bunu. İlk insandan beri gelen, güce sahip olma ve yönetme arzusu yüzünden tarih boyunca insanlık kutuplaştı. Dönem dönem kutup isimleri farklılaştı tabii. Günümüze doğru gelirken de kutup sayısı artış gösterdi. Kutuplaşacak o kadar çok malzeme verdiler ki insanlara hangisini seçeceğini bilmeden boş kafayla ortalarda gezdiler. Büyük saydığımız insanlar, eğitimin ve öğretimin alınması gereken yerin özelliklerini karıştırdılar. Belki de eğitim sisteminin içini boşalttılar. En olmadı, başta anne babaları yanlış eğittiler. Sonuç olarak mı? Rüzgar esse o tarafa yönelecek, birisinden ak için kara dediklerini duysa vazgeçip o da kara diyecek, kutuplaşmanın bir erdem olduğunu, kendisi gibi düşünmeyenlerin düşman olacağını sanan, dünya da dönen bin bir oyundan habersiz kendi küçük oyununda eğlenen, güçsüze karşı güç kullanmanın delikanlılık olduğunu savunan, kavganın ya da bir ileri boyutu insan öldürmenin güç gösterisi olduğunu savunan insanlarla doldu etraf.
     Bu kadar mı peki bu liste? İstediğim kadar uzatırım bu listeyi emin olun. İster siyasiler yüzünden, ister dini yanlış bilen din adamları yüzünden, ister yanlış eğitim sistemi yüzünden, hatta isterse takımlar yüzünden olsun. Canavar sayısı günümüzde artık çok fazla ve biz bunu çabuk kabulleniyoruz. Ama ben kabullenmiyorum. Hiç bir kadın tecavüz gibi iğrençliği hatta sözlü tacizi,dayağı,işkenceyi,bıçaklanmayı,öldürülmeyi hak etmez,hiç bir bebek şiddeti,işkenceyi ve tacizi hak etmez,hiç bir adam trafikte korna çaldı diye, kavşakta yavaş hareket etti diye ya da bir yere park etti diye dayağı ve ölümü hak etmez, hiç bir adam istemeden bir cama kar topu attı diye ölümü hak etmez, hiç bir kişi medeniyetin bağrı(!) dediğimiz yerlerde(ABD, İsveç, Almanya) SADECE Müslüman olduğu için öldürülmeyi,darp edilmeyi hak etmez hiç bir hayvan dövülerek öldürülmeyi, tacize uğramayı hak etmez. Hak etmezler ama maalesef günümüz de bunlara çok kurban verir olduk. Konuşmayı, düşünmeyi, saygı ve sevgi gösterip sabırlı olmayı unuttuk. Ama acele işe şeytan karıştı işte. Ayrıca insanlık suçunu işleyenler, işlemesi için ortam yaratan siyasiler ve adalet yetkilileri, suça kendilerince mantıklı sebep uydurup cinayetleri ve tacizleri hedef gösteren sanatçılar(!) ve çakma dindarlar, son olarak da görüp de sessiz kalanlar (komşular, yoldan geçenler vs.) siz de insanca muameleyi HAK ETMİYORSUNUZ. Timsah gözyaşlarınızla masumların topraklarını kirletmeyin.

     Bize ne o hükümet ne bu hükümet, ne o araba ne bu, ne teknoloji, ne de yeni TFF başkanı gerek. Bize saygı, sevgi, hoşgörü, sabır, akıl, mantık gerek. Bize insan gerek.

20 Şubat 2015 Cuma

YÜZYILLARA DİRENEN TAS ve HAMAM

“Bu ülke, insanı her gece çaresizlik hissiyle uyutup sabah da sana ait olmayan bir utanç duygusuyla uyandırıyor. Gece sen bilmeden kim bilir ne rezaletler, felaketler yaşanıyor. Sabah da kendi kendimizi,bulunmadığımız yerlerdeki ölümler için suçlayarak, utanarak uyanıp… His kuşatması bu. Felç oluyoruz, felç!” 1


 Uzun zamandır kurgulamaya çalıştığım hikayemi düşünüyordum. Geçen hafta kalemi alıp başladım ve ortasında tıkandım. İçinde, tadında olacak kadar korku olmasını istiyordum. Yarım kalan hikayemi, gelen ilhamla diyeyim, bitirdim. Ve bir kaç yeri düzelttikten sonra bloga koyarım dedim. Sonra yine geçen hafta aklımın alamadığı olay oldu ve peşinden gelen yorumlar... Fark ettim ki zaten korkunç bir yerde yaşıyorduk. Üstüne korku eklemek anlamsızdı. Kalbi mi dinlemeli yoksa beyni mi gibi cümleler kurarken biz, ikisine de sahip olmayanlar hayatlarımızı bitiriyordu. Biz burada şiirler, öyküler yazarken başka yerlerde insanların başına gelen bin türlü şeyi okuyorduk. Güzel bir abimin deyişiyle: “Naiflikten öleceğiz..”
  Her gün haberleri takip ettim, her gün yorumları ve  #sendeanlat etiketini okudum. Bu olayla ilgili hiçbir şey yazamadan sadece okudum. Çok şey geçti içimden ve hatta açık açık hedef aldığım siyasi insanları eleştirip, genel kapsamlı ağır şeyler yazıp buraya koyacaktım. Vazgeçtim. Bu kadar kadın varken, bu kadar yaşadıkları şey varken onların değil de benim konuşmam önemli değil gibime geldi. Kadınlar konuşmalı, biz düşünmeliyiz dedim kendimce.
     
  Yüzyıllar önce yazılmış şeylerin günümüzde hala anlamının olması ve kullanmamız korkunçtu. Bundan yüz yıl önce “Yiyin efendiler yiyin…” diyen Tevfik Fİkret’i, beş yüz yıl önce 66. Sonesiyle Shakespeare’ı, bin yıl önceki Ömer Hayyam’ı; ‘Uzay çağında’ yaşarken iki bin yıl öncesinin savaşları….  Onların o zamanlar için yazdıkları ve yaptıkları şeylerin günümüzde de gerçekleşmesi, gerçekleşmesini geçin, tartışılması bile bence korkunç bir şeydi. Bu dünya hep böyle kötüydü, kötü.  Mehmet Akif demiş ya (yüz yıl önce), ders alınsaydı tekerrür eder miydi?, diye. Düşünüyorum da, bu insanlık hep böyleydi; ders alsa da böyleydi almasa da böyleydi.
İlk insanlar olan, aynı zamanda cennetten kovulmuş Adem’le Havva’nın soyu olan bu insanlık…Adem ile Havva’nın çocukları olan Habil ve Kabil arasında ilk cinayetin işlenişi… Bu dünyadan ne bekliyoruz ki; koca dünyaya bir (ve ilk) aile sığamamış, 7 milyar insan nasıl sığacaktı?

  
---------------


1.  Devir - Ece Temelkuran / Can Yayınları

15 Şubat 2015 Pazar

ZIMPARA

  Çevrem ve ben... kendimi hiç bir yere ait bulamıyorum. İçtiğim su bana göre değil. Pişirdiğim patlıcan musakka daha çok zeytinyağlı dolma gibi burda bana. Yenilenmenin değişerek olduğuna inanmıyorum ben. Bence yenilenme yapışan pasları zımparalamakla olur. Bebek annesinin memesini zımparaladıkça süte ulaşır. Uzun zaman önce okuduğumuz kitaba tekrar bakacağımızda, bilgilerimizi tazeleyeceğimizde önce üfleriz. Ya da yeni bi dans öğreneceğimizde önce kabasını kaparız sonra kendimizi aynada dikkatlce izledikçe, zımparalarız vücudumuzu. Kesilen bir ağacı kereste yapmışken zımparayla saza dönüştürürüz. İşte ben de böyle yapmalıyım. Asıl olan gitmek olmamalı kalabilip yaşadığım şehri yenilemeliyim.

  Benim başlangıcım yaşlılar olacak. Yeniliklerin en zor hayata geçtiği jenerasyondan başlayacağım zımparamı sürtmeye. Çünkü çevremde büyükleri örnek alan kardeşlerim çok. Ağacın kökünden başlarsam meyvelerim daha çabuk ve daha güzel olgunlaşır ve ortaya çıkabilecek kısır döngüden de kurtulmuş olurum. Sadece insanlara sürterek içlerinde kalmış benlikleri çıkarmak istemiyorum. Nesnelere ve diğer canlılara da dokundurucam ben zımparamı. Bu bi şehirse sadece insanların değil ki bitkilerin hayvanların hatta arabaların bu şehir. En çok da betonların.

  Herşeye karışıcam bazılarında derin ve uzun süre çalışıcam bazılarında da daha yüzeysel ama o zımpara herşeye değicek. Beni burdan uzaklaştıran ya da bana karışmayan ne olursa olsun o demir süzgeçten geçecek, ben hariç.

  Neden yalnızca kendimi zımparalamıyorum ki ben? Düşünmedim mi sandınız bunu. Tabi ki düşündüm! Cevabı çok basit: Kendimi seviyorum, bencilim. 

14 Şubat 2015 Cumartesi

DOKUNMA

  Bir el...Yabancı bir el...Yanan bir mumu söndürüp, sonra 'ama...' larla karanlığa mahkum etmişliğini savunur iyice küçülerek.Ne bir söz söylenebilir üstüne ne de 'keşke'lerle başlayan bir cümle kurulabilir. Sadece her çaresiz çırpınışının, bir gün onun da yüreğine ok gibi saplanmasını istersin...
  Üzerine yazılacak, konuşulacak, söylenecek gerçekten çok şey var...Paragraf paragraf, sayfa sayfa işlenebilir her bir satır...Fakat her bir cümle,her bir harf bir yakarışı temsil ediyor bazı durumlarda ve daha çok canını yakıyor insanın.Onun canının daha çok yandığını bilerek... Bu yüzden sadece şunları yazabileceğim..Her kadın çiçektir, artık n'olur soldurmayın...Çaresizliklerini kullanmayın, sessiz kalmalarını sağlamayın, her yeni doğan günlerinin karartılarının sebebi olmayın, dört duvara mahkum etmeyin, gözyaşlarını dindiren olun; ağlatmayın,gülücükler sunun; kötülükler sunmayın, ellerinin nasırı olmayın, saçlarının beyazı olmayın, kefeni olmayın, sebebi olmayın, hatta fenalık içeriyorsa zihniniz mümkünse dokunmayın...Hiç dokunmayın...

13 Şubat 2015 Cuma

SENDEN SONRA

Gözlerime bakıyorum aynada
Görebildiğim tek şey;sen
Dinliyorum kulaklarımdaki sesi kalabalıkta
Duyabildiğim tek şey;sen
Dudaklarımı oynatıyorum
Söyleyebildiğim tek sey ;sen
Etrafıma bakıyorum şöyle bir masama Yazdıklarıma
Her ne yazmaya çalışsa da kalemim
Her cümlemde olan tek şey;sen
Şöyle bir göz atsam geçmişime,eski bene
Her parçada her hayat kırıntısında sevinç ve aşkta
Bildigim tek şey;sen
Büyük tabloya baksam hayata dair
Orada renk cümbüşünün ortasında
Görebildiğim,bildiğim iki şey var;
Sen ve Aşk

7 Şubat 2015 Cumartesi

YALNIZLAR BANKINDAN SELAMLAR 2

Yine ben. Yine aynı yer. Aynı dert tasa diyemeyeceğim. Bu dünyada sıkıntısı olan insan tek ben değilim ve hayatım boyunca da şu bel ağrısından öldüren, kıçımı düzleştiren bankta yalnız başıma oturup İstanbul semasına dert yanamam ya. Can dostum bugün yanımda ve onunla tokuşturuyoruz. Bu sefer ben susuyorum o anlatıyor. Adam benden dertliymiş be. Yıllar önce müzik sevdasına gelmiş İstanbul'a. Bilirsiniz işte garibanlık zor. Kendinden vazgeçiyorsun da çoluk çocuğundan, ailenden kolay kolay vazgeçemiyorsun. O da ailesi için düşmüş müzik yapma sevdasına. Kaset çıkaracakmış. Gazinodan gazinoya gidip burada yaşamını düzene sokacak kadar para kazanacakmış. Ailesini sonra yanına alıp rahat ettirecekmiş. İlk sene kimse ekmek kapısı göstermemiş ona. Sokaklarda yatıp kalkmış. Müziğini sokakta yapmış. Hayat sürprizlerle dolu ya, bir adam tutup kolundan kendi mekanına götürmüş. İş vermiş, yatacak yer de vermiş. Mekan küçük ama sakin bir yermiş. Çok seviyormuş çalıştığı insanları ve ortamı. Ne yazık ki kazandığı para hedeflerine çok uzakmış. Sık sık arayıp henüz zamanı olmadığını söylüyormuş ailesine. Yenge iki çocukla yapayalnızmış. Yorulmuş tabii  köydeki baskıdan. Bir tane insan da çıkıp sahip çıkmamış ya. Pardon insan dedim. Neyse bir gün köyün bakkalı aramış bizimkini. Oğlum gel karının sana ihtiyacı var diye. Adam uzun bir yol gitmiş ama nasıl gittiğini anlamamış. Gidince evinin önünde gereksiz bir kalabalık görmüş. Telaşlanıp içeriye doğru koşmuş. Kapıda bakkal yakalamış. Çekmiş bir köşeye sarılıp karını kaybettik evlat demiş. Neden nasıl diye soramadan sinir krizi geçirmiş bizimki. Nasıl geçirmesin abi dünyası yıkılmış çocuğun. Yatıştıktan sonra işin aslını öğrenmiş ama öğrenmese daha iyiymiş. Kendilerini erkek sananlar savunmasız bir kadına kıymışlar adamı erkeklikten utandırırcasına. Adam yıkılmıştı bir daha tabii. 2 yıldır hasret yüzüne son bir kez bakıp öpüp bir iki kürek toprak atmış. Gözyaşlarıyla sulamış toprağını. Adalet büyüktür, o değilse bile Allah büyüktür deyip çocukları için intikamın ateşini içinde söndürmüş. Gözünün yaşı kurumadan çocuklarıyla gelmiş çalıştığı yere. Mekan sahibi delikanlı adammış ki yardım etmiş ona. Çalışmaya devam etmiş. Ağlayarak söylemiş her şarkısını. İçinden kopup gelen özlemle söylemiş. Her nağme içini sızlatmış. Dinleyenler bilmese de çok sevmişler ve hayran kitlesi bile olmuş. İş vermeyen ünlü gazinolar teklif üzerine teklif, para üzerine para önermişler. Kaset albüm vaadleri falan... Tek bir cümlesi açık ve net şekilde niyetini belli etmiş: çocuklarım iyi yetişiyor Allah'a şükür aç değiliz açıkta değiliz kara gözlümü geri döndürüp hayallerini ona veremeyecekse bırak para sizin yalancı ceplerinizi yalancı ellerinizi doldursun. Bu adam içmesin de kim içsin be. bugünlük de bu kadar. 

6 Şubat 2015 Cuma

ORTAK İKNA : Güneşin Gittiği Yer

Nereye baksan yok
Hiç bile her şey sayılır o bulunduğun yerde
Kurtarırsa kurtarır ancak
Yine şiire tutunmak.
Aziz Nesin - Şiire Tutunmak

 Günler en küçük evlat, aylar ortanca, yıl ise en büyük evlat. Dünya üzerinde küçüklerin sözü geçmiş midir ki hiç? Bunun çok sevdiğimiz bir hali de yok mu, işte: Su küçüğün, söz büyüğün. Konu mu? Konu fark etmez, söz büyüğün. Yani günlerle, aylarla olan bir şey değil bu konular. Yılların sözü geçiyor.
  Dünyanın en güzel betimlemesidir Necip Fazıl’ın Beklenen şiirindeki ilk dörtlük. Biliyorsunuz ki bu şiirin devamını okumak cesaret ister, o da bende yok işte ne yapalım.. “Ne de şeytan bir günahı” Ötesi var mı bunun?
 Sait Faik’in Mürüvvet öyküsünden bir yerin altını çizmişim. Kitapların arasında kaybolurken buldum. Tesadüfe bak.. “Kahverengi gözlerine ağır, koyu esmer göz kapakları ağır ağır; güzel, şiirle dolu hazin bir piyesten sonra inen tiyatro perdeleri gibi, iniyordu.” Vallahi tesadüf! He dersen ki tesadüf yoktur, ben de sana derim ki geleceğe bir göz kırpış bunun adı. Bundan sonra benim için tesadüfün anlamı bu olsun..


 Seni kağıttan ve kalemden kurtarmak adına neler yaptım. Sadece hayal olma diye. defter kapandığında kağıtların arasında hor görülme, karanlıkta kalma dedim. Fakat hayır, ne ettimse olmadı. Kurutulmuş bir gül gibi defterin arasından çıkmadın. Kısa ömrümden uzun bir yaz da böyle geçti gitti. Ne kabuslar gördüm, ışık aradım ama yoktun. “Zaten görülen ve görülmeyen bütün düşler, bu karanlığın ta kendisi değil miydi?” İhsan Oktay Anar Puslu Kıtalar Atlası’nda böyle dememiş miydi? Sen zaten şair, öykücü, ressam, müzisyen olan herkesi haklı çıkarttın da bir beni haklı çıkartmadın.


  Kabul etmeli insan. Rene Magritte’nin iki senede çizdiği “pipo resmi”nin altına “Bu bir pipo değildir.” yazışı gibi kabul etmeli insan. O yaptığın şey senin de eserin olsa, onun bir pipo olmadığını onun aslında çerçevenin içindeki bir resim olduğunu söyleyebilmeli insan.
  Şimdi sıra bende. Kendi kendime büyüttüğüm bu oyunun, bu aptal uğraşın, altına yazmam gerekiyor sanırım: Bu bir aşk değildir.

Düşündüğümden daha fazlasını söyledim, ama
söyleyeceklerimin de sınırına ulaştım. Hakkımda anlattığım
gibi konuştuktan sonra hiçbir şey olmamış gibi davrandı ve
gece fazlasıyla çabuk bitti.
Maurice Blanchot - Ölüm Hükmü