31 Ağustos 2014 Pazar

TENHA

Aslında ilham çok az uğrar bana,
Beyaza bakakalırım çoğu zaman,
İçimde anlamsızlıklar..
Arada bir yoklar,
Halimi hatrımı sorar,
Günahını almayayım.
Yanaşır usulca,
Nadirlik fısıldar benliğime..
Özgünlüğümü bulurum,
Dünya ayrı, ben ayrı..

30 Ağustos 2014 Cumartesi

İLELEBET...

Aşık oldunuz mu birini hiç görmeden?
Mavileri çocukluğumun başını döndürürken
Hayallerimin koruyucu figürüydü,
Zaman geçtikçe acıyla gülümseten...
Onu hiç görmemek üzücüydü,
Sözleri düşündürücü,adı güçlüydü
Herkesin kabul etmişliğini değiştiren,
Zaferlerin öncüsü, fikirlerin özüydü.
Bakışlarında gördünüz mü farkındalığı?
Bugüne kulaç atan ve kucaklayan yarını
Aynı anda geçmişi de sırtlayan
Bu yüzdendi suretinin uzaklara dalışı.
Çekip çıkardı kelepçeleri zamandan,
Huzur bulmadı bizleri rahat uyutmadan
Şimdi de o huzur içinde yatmalı
Rahat etmeyelim, 'zafer'lerini yaşatmadan...

27 Ağustos 2014 Çarşamba

ORTAK İKNA : Güneş’in Geldiği Yer

  Etrafıma bakınıyorum. İmlediği gerçekten ben miyim
 diye değil, şüphesiz benim. Başka gören var mı, diye
bakınıyorum, utanıyorum, utandığıma şaşırıyorum. Kimse yok.
 Sine Ergün / Bazen Hayat

  Gecenin karanlığından faydalanmak zorunluydu. Biz de bunu yapıyorduk. Geçmekten başka bir görevi olmayan zamanın kanatları altında bir şeylerin değişimi heyecan yaratıyordu. Artık gölgelerimiz birbiriyle kesişiyordu. Birbirimize yaklaştıkça ardımızdan adeta bir sokak lambası gibi gelen sevginin ışığı sayesindeydi bu. Gölgelerimiz kesişmesine rağmen, bu güzel olaya rağmen,  arkamızdan geldiği için kendi ışıklarımız yüzümüzün açığa çıkmasına izin vermiyordu. Açığa çıkmasının tek bir yolu vardı; önümüze eğdiğimiz boyunlarımızı kaldırıp birbirimizin ardındaki sokak lambalarına bakıp sevgi ışığının yüzümüze vurmasına izin vermek.
 Güzel bir dizinin sezon finalinden. Son sahnenin ilk kısmı:
 (...)
 “ Sana şunu diyeyim M.. Ne zamandır her gece yukarıdaki odanın camından dışarı bakıyor ve düşünüyorum. Sadece bir hikaye var. En eskisi. "
 “ Nedir o?”
 “Işık, karanlığa karşı.”
 “Alaska’da değiliz ama gördüğüm kadarıyla karanlığın sınırları çok daha fazla.”
 “Evet, haklısın bu konuda.”
 (...)
  Kim olduğunu bilirsen ne istediğini de bilirsin. Bunun getirdiği özgüven sana her şeyi yaptırabilir. Fakat bu yaptıkların doğrunun ayak bağı da olabilir yanlışın keskin bıçağına bile de olabilir. Kendini bilen insan soğukkanlıdır. Önceden düşünmüştür ve planlıdır. Yaptıklarının savunması olmaz. Bu yüzden de insanın içindeki güzel duyguları saklaması acı bir durumdur. Hele bu güzel duygular korkunun hegemonyası altında özgürlük isterken sen onları duymamazlıktan geliyorsan. Tarifi imkansız değildir hiçbir duygu. Sadece dile getirmelidir insan. Ne kadar karışık da olsa duyguların, seni anlayacaktır. Stefan Zweig’ın Bir Çöküşün Öyküsü’nden:
   O acı haftalardan beri ilk kez, yaşamını onca uzun zaman dolduran o güzel hayranlık dalgasının kendisine doğru geldiğini hissediyordu, içini harika bir duygu sardı, hüzünlü bir neşeyle karışık tatlı bir özlem, büyük bir mutluluğa doğru akıp duran bir pişmanlık.
   Ben bunları söylüyorum ancak bir insandan ağzının payını alana anlatamazsın. Kendisinin öyle olmadığını anlatamazsın. Anlamamakta haklıdır da.. Kendini övmek ayıp, kendinden bahsetmeden anlaşılmak imkansızdır. Paradoks bir açıdan. Miligramına kadar ölçen bir terazi. İkna olmak, zor. İkna etmek, sorumluluktur.
  Dizinin son sahnesinin son kısmı:
“ Yanlış bakıyorsun bu gökyüzü olayına. ”
“ Nedenmiş o? ”
“ Başlarda sadece karanlık vardı. Bana sorarsan ışık kazanıyor. ”  
  Şimdi, Güneş’in geldiği yerdir doğu. Işığın gelip seni bulduğu noktadır. Beklemeye değerdir sabahlar. En güzel yağmurlar, en güzel bulutların en güzel sabahlarla buluştuğu an yağar.

Beklemek cehennemdir, ama beklerim seni,
İyi kötü demeden, suçlamadan keyfini
William Shakespeare - Tanrı Beni İlk Başta Sana Kul Yaptı


Ricam üzerine bu resmi çizen ACAR ÇELİK'e çok teşekkürler :)

İKTİDAR NAMLUNUN UCUNDA BÜYÜR

“İktidar namlunun ucunda büyür.”
                                                                                                                                                                                                                                                                                              Mao Zedong

İKTİDARA GİDEN KANLI YOL

                Gazetelerle kaplanmış camlardan içeri sızan bir gün ışığı düşünün.Tek göz bir odada daha önce koskoca bir Çarlığı yönetmiş siz,karınız ve çocuklarınız oturuyor.Hepsi korku içinde ve onlara güvence verebilecek tek kişi sizsiniz.Siz tam içinizden bunların nasıl başınıza geldiğini düşünürken içeri birkaç adam giriyor,kan ve intikam isteyen gözlerle size bakarak silahlarını doğrultuyorlar üstünüze doğru.Siz daha ne olduğunu anlayamadan karınızı ve çocuklarınızı kurşuna diziyorlar ve sonra tek bir el silah sesi.Ve karanlık...
            Kimden mi bahsediyorum? Tabiki son Rus Çarı II.Nicola ve ailesinden.Komünizm taraftarı bir grup işçi tarafından katledilen bir çardan bahsediyorum.İnsani açıdan bakıldığında bir katliam evet.Ama hiç bir devlete de bir şeyler feda edilmeden sahip olunamaz.Bolşevik İhtilali’nin öncüsü Leninde bunun farkındaydı.”Adalet istiyoruz!” sloganlarıyla bu yola çıktığında elini kana bulaması gerektiğini biliyordu.Ve nitekim kurduğu devlet 74 yıllık bir ömür sürdü.Kim bunu göz önünde bulundurarak yaptığının tamamen yanlış olduğunu söyleyebilir ?
            Otorite kurma yolunda bazı ahlaki değerlerin feda edilmesi gerektiğini bilen daha bir çok lider var ama ben burada birkaçından bahsedeceğim. Bu bahsedeceğim liderler bu “liderlik” sıfatını kazanabilmek için silah kullanmaktan çekinmemiş, hatta silahın onlara verdiği gücün ayrımında olarak hareket etmiş insanlar. Siz bunu ister katil olarak söze dökün ister diktatör...
            İnsanların bir şeyleri yönetim altına alma, bir kitleye sahip olma ihtiyacı doğduğundan beri birileri ölüyor.Bazen olaya böyle bakıldığında keşke devlet kavramı Agustinus’un düşündüğü gibi devletlerinoluşumu iblisin hareketlerine göre belli olabilse keşke diye düşünmeden duramıyoruz.Ama maalesef nükleer silahı olanın söz sahibi olduğu bir dünyada  yaşıyoruz.
            Son elli yıldan bu yana Ortadoğu Bölgesi jeopolitik açıdan tüm dünyanın gözünü diktiği bir bölge olma özelliğini korumaktadır.Nisan 2003’te yaşanan Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’a müdahalesi de bunun en son örneğidir.Sonuçta burda söz konusu olan dünya petrol arzının %20si.Dünya’nın süper güç konumunda olmanın verdiği avantajı kullanarak Ortadoğu’da mandater bir sistem kurmaya çalışan Amerika’nın da Irak halkına pek iyi davrandığı söylenemez.Yine bir iktidar amacı.Yine ölen insanlar.Senaryo hep aynı.Sadece oyuncular,zaman ve mekan değişiyor farkındasınız değil mi?
Bunlar olurken halk ne yapıyor?Ne zaman kahraman gelecek? diye yavaş yavaş düşünmeye başladığınızı hissediyorum.Bekleyin.Elbette arada hakkını korumayı bilen ve başına gelenlerden dolayı yaka silken toplumlar da seslerini duyurmayı başarabiliyorlar.Birkaç gün öncesine dönüp baktığımızda Kaddafi örneği bize en güzel örnek olacaktır.Ne kadar kendi kabul etmese ve Libya halkına yön vermek için çabaladığını söylese de gerçek bir zülme uğrayan halkın sesi sonunda bir iç savaşa dönüştü ve Ulusal Geçiş Konseyi askerleri Kaddafi’yi yakalayarak hayatına son verdiler.
            Sonu Kaddafi’ye benzeyen bir diktatör örneği daha vereceğim.Onu da yakından tanıdığınızı düşünüyorum.Saddam Hüseyin.Irak Devlet Başkanı olduktan birkaç yıl sonra İran’ı daha sonrada Kuveyt’i işgal etmiştir.İktidarlık döneminde Irak-İran Savaşı ve Körfez Savaşı yaşanmıştır.Çok despot bir yönetim benimseyen Saddam Hüseyin Amerika üzerinde uygulattığı bir çok terör faaliyeti yüzündende tepki toplamıştır.Tikrit yakınlarında bir sığınakta yakalanarak yargılanmış ve idam edilmiştir.İdam edilene kadar  geçen sürede tutukluluk sürecini Amerikan askerlerinin gözetiminde geçirmeside büyük bir ironidir.
            Daha da yakında  bizzat Türk tarihinde de otorite kurma yolunda can almaktan çekinmemiş Osmanlı padişahları biliyoruz.İlk akla geleni ise Yavuz Sultan Selim Han.İmparatorluğa sahip olabilmek için ilk önce babası II.Beyazid’i devirmiş,elindeki bu gücü koruyabilmek için ise kardeşlerini öldürmekten çekinmemiştir.Kayınpederi Giray Han’ın ve yeniçerilerinde desteğini almanın da büyük yardımını görmüştür.Nitekim yaptıklarının hakkını vermiş 8 yılda Osmanlı topraklarını 2.5 katına çıkarmış ve 3 kıtada hakimiyet kurmuştur.
            Güç ve onu elde edemeyen zayıflar arasındaki çatışma yüzyıllardan beri devam ediyor ve dünyanın sonuna kadar da karşımızda göreceğimizden şüphe etmememiz gereken bir fotoğraf bu. Her zaman herkes çevresine bir gurup insan toplayabilir ve onlardan aldığı güçle bir yere kadar da faaliyet gösterebilir.Ama sonunda insan olmanın verdiği egoizm duygusu,o gözü kör eden hırs, iktidar sahip olma isteğini doğurduğunda o kör gözler, hak-adalet bir yana insan canının değerini  bile farkedemeyecek haldedirler.Bunun olacağını Mao Zedong görebiliyordu.Ve sadece ilerisini görebilen liderler bir devre adını yazdırabilecek olanlardır.



                                                                                              Begüm BÜYÜKSAVAŞ

26 Ağustos 2014 Salı

SEN NE YAPIYORSUN?

   Türk halkı olarak misafir olmayı ve misafir ağırlamayı çok severiz. Hele ki eski komşu kültürünü kısmen de olsa devam ettirebilen insanlar bir aradaysa, neredeyse "Nerede o eski komşuluklar?" klişesini kullanmayı aklımıza getirmeyeceğiz. Ben bunu sık sık kullanacağım, çünkü önceden komşular gelip halimizi hatrımızı sorardı, seneye tarlaya ne ekeceğimizi sorardı , diğer mahalledeki düğünlerden bahsederdi.  Kısacası günlük olaylardan, kendi işlerinden ve kendi ile birlikte çevresini etkileyen olaylardan bahsederlermiş. Şimdiki durumu size şöyle anlatayım:
   Giriş, selamlaşma, hal-hatır sorma, çocukların okulu, iş durumları, ailevi olaylar ve sağlık durumları... Bunlar size en fazla 30 dakika muhabbet kaynağı sağlıyor. Hadi ben yanlış söylemiş olayım, siz düzeltin. En fazla 45... E oturduk mu da 2 saat oturuyoruz. Geri kalan zamanda ne konuşuyoruz peki? Önceleri spordan bahsediyordu erkeklerimiz, bayanlarımız da ev işlerinden, tariflerden falan konuşuyordu. Şimdi ise herkes dert yanar olmuş. Herkes siyasetçi olmuş.  Şehrin, ülkenin sıkıntılarını masaya yatırılmış, çözüm yolları aranıyor. Gençlere iş bulunuyor, altyapı sorunları çözülüyor, tarımda eskisi gibi güçlü olunuyor, bilime katkı yapılıyor, yeni iş alanları destekleniyor. Af edersiniz ama bırakın bu işleri, bana masal anlatmayın. Zamanında bunların hepsini biz, bizim insanlarımız baltalamadı mı? Çoğumuz köyden kente kaçıp ya da kaçmak zorunda bırakılıp tarımı boşlamadık mı? Şehre gidince acele ile yerleşeli deyip altyapı hazırlanmadan çarpık yerleşmedik mi? Devir devir en iyi meslek gruplarını belirleyip çocuklarımızı onlara yönlendirmedik mi? Çocuklarımız sporcu, ressam, şarkıcı, şair, yazar, zanaatkar olmak istediklerinde "Önce oku adam ol." repliğini kullanan atalarımız oldu. Şimdi o atalarımızın çocukları ve torunları gördüklerini uygulamaya devam edip misafirliklerde "Ben bakan olacak adamım." edalarıyla konuşmasınlar. Yok "illa ki konuşacağım" diyorsa önce şu soruma cevap versin:

SEN NE YAPTIN GENÇLERİ VE ONLARIN FİKİRLERİNİ DESTEKLEYECEK?

25 Ağustos 2014 Pazartesi

KÖZ

Ay ışığı denizin dalgalarıyla dans ederken
Anılar uyanır kış uykusundan.
Düşünürsün
Düşünürsün.
Of diyerek üflersin ciğerlerindeki nargile dumanını
O dumanla anılar doğar sanki yeniden,
O dumanla anılar ölür sanki yeniden.
Biraz ara verirsin anı yaşamak için,
Sohbet muhabbet
Kahkaha sesleri ilişir kulağına.
Uzaklarda bir bebek güler,
Keşke çocuk olsaydım dersin
Anılar anı yaşamana izin vermez!
Nargileyi çekersin yine içine
Şişenin dibindeki o tertemiz suyu kirletirsin yavaş yavaş;
Tıpkı kalbin gibi
Aşk ile kalbini kirlettiğin gibi o suyu da köz ile kirletirsin.
Aşka inanmazsın ama sen
Aşk
Olsaydı yanında olurdu.
Olsaydı hak edende olurdu,
Yoksa hak etmiyor muydun?
Belki de bu kadar iyi, düşünceli biri olmamalıydın.
Bencillik de lazım tabi biraz da.
Amaan.
Boşver düşünme.
Aşk olmasa da olur di mi?
Bak, köz bitti.
Pardon, köz alabilir miyim?

23 Ağustos 2014 Cumartesi

NEREDE KALMIŞTIK?

   İlginç bir hikaye olmalıydı okuduğum. Uzanıp düşünmeye başladığım an hayallere dalıyordum. Gözlerimi kapattığımda, hayatımdaki,yani kitaptaki tüm kahramanların kederini ve neşesini ta derinlerimden hissediyordum. Okumaya çok kaptırıyorum kendimi, başka bir anlamda.
   Herkesin hikayesi farklı ve bir diğerine karışamamanın çaresiz bekleyişini yaşıyordum. Sayfaları hızlıca çevirip göz attığınızda neler olabileceğini az çok kestirirsiniz ya, ama elinizden bir şey gelmez, yazılmıştır; hatta yayımlanmıştır bile. Engel olamaz, beklersiniz o sayfalara gelmeyi. Bu şekilde görüyor, seziyor; fakat bir şey yapamıyordum. Bekliyordum yılların geçmesini ve o sayfalara gelmeyi. Yaşanıyor ve mutlu sona bağlanıyordu bazen. Kimi zaman da mutlu son olmuyor; ama başka mutlulukları da beraberinde getiriyordu. Başka kahramanlar dahil olabiliyordu mesela. Buruk bir mutluluk olabiliyordu. Ben onları sadece okuyup içimde hissediyordum, bazen dahil olup paylaşıyordum yaşantılarını, ama asla değiştiremiyordum. Başkasının hikayesi olduğu için değil bu, kendi hikayem olsa da bir yere kadar değiştirebilidim. Zevkle yaşardım mesela bir kitaplık serüvenimi. Fakat hayat , o bitince hemen elime başka bir kitap daha sunardı, benden bağımsız. O kitabın kapağını kapattığımda, diğerleri beni bekliyor olurdu yani elimde olmadan. O ilk kitaba derdim ki: "Benim için en güzel hikaye sendin..." Bir yenisini okuyup içimde yaşamadan nereden bilebilirdim ki en güzel hikayenin o olduğunu? Elbette bir öncesini hep saklayacak, tozlanmasına asla izin vermeden ara sıra okuyup anımsayacaktım. Tekrar düşünüp, tekrar üzülüp sevinecektim,kapanmış ve bitmiş olan bir kitap olsa da artık o. Ama belki de yeni kitap, ilkinin devamı olurdu? Olamaz mıydı? Elbette olabilirdi. Yaşantımızda da kişiler değişmeden, bizim için bir dönemin kapanıp başka bir dönemin açıldığı olmuyor mu? Kahramanlar eksilip, yahut artabilir, değişiklikler olabilir ilkine göre.Ama ana karakterler değişmez.Tıpkı bunun gibi...
   Bu şekilde devam edip giden binlerce kitaptan oluşur işte hayatımız. Bazen devamı olur, bir seri halinde devam eder. Bazen tamamen biter ve başka hikayelere yelken açarız.Hangisi olursa olsun, diğer kitabı asla unutamaz bilinçaltımız. Ve tahmin etsek, bilsek de nelere yolculuk yapacağımızı, bazen adım adım, sayfa sayfa yaşamamız gerekir sonunu görmek için. Heyecanlanırız. Elimize almak için can atar, uzanıp okuyacak,içinde kaybolacak bir köşe ararız. Ve her oturup elimize aldığımızda da, her ne yaşamış olursak olalım, kırılsak ve okumaya küssek bile , gözlerimiz arar, kalbimiz umar, benliğimiz umut eder bir diğer hikayeyi, daha güzelini. Yorgunluk çayımızı da alırız belki, ve hep aynı şeyi söyleriz,aynı canlılıkla :  "Nerede kalmıştık?"

21 Ağustos 2014 Perşembe

SAFRAN PİLAVI

 İçlerindeki her şey mükemmel şekilde yerleştirilmiş dolaplarda neyin nerede olduğu çok net bir şekilde belliydi. Kafa karışıklığına izin yoktu bu mutfakta. Tezgahın karşı tarafındaki geniş pencereden gelen ışık mutfağın beyaz rengini kendisine katıyor ve odayı apaydınlık yapıyordu. Bir aşçı için evinin mutfağının böyle olması kaçınılmazdı. Hele bu denli yetenekli, deneyimli ve bu işi hayat felsefesi yapmış bir adamsa.
  Yemeklerin basit ve sıradan değil, onların da adeta ruhları olduklarını düşünüyor; nazik, sevimli ve ne yaptığını bilen tavırlarla yemeklerini yapıyordu. Kızına kendince güzel şeyler anlatmak için yanına çağırırdı. Yine çağırdı:
  - Bak kızım. Bunlardan biri safrandır biri aspirdir. Hangisinin hangisi olduğunu biliyor musun?
  - Hayır baba, yemeklere ilgim olmadığını biliyorsun.
  - Bak. Aspirle safran hayatımıza benzerler. Bu tabaktaki aspirdir. Aspirde lezzet ve koku yoktur. Kullanım nedeni ise verdiği renktir. Aspir yalancıdır yani. Rengi vardır fakat tadı tuzu yoktur. Safran pahalı olduğu için aspir kullanılır. Her yerde bulabilirsin ve ucuzdur. Diğeri de safrandır. Safrandaki lezzeti, tadı ve kokuyu hiçbir şeyde bulamazsın. Yemeğine çok az katarsın, aldığın tat muhteşemdir. Hissettiğin koku inanılmazdır. Safran ne ise odur. İnsanlar gibi değil mi? İnsanların çoğu olmadıkları gibi görünmeye çalışırlar. Dışarıdan bakarsın güzel görünür. Makuldürler. İnanırsın. Fakat hayatına kattığın zaman bir bakmışsın ne tadı var ne tuzu var. Bir işe yaramaz. Aspirdirler. Ancak safran değerlidir. Ona güvenebilirsin. Fakat, dikkat edilmeli. Alırken aspir ile safran arasındaki farkı anlamak kolay değildir. Önceleri aspir alıp yanıldığın için safrana da aynı muameleyi göstermemelisin. Onların da ruhu var unutma. Safran seni yanıltmaz. Verdiğin değeri fazlasıyla karşılar. Güven ve yemeğine kat. Az önce dediğim gibi alacağın tadın, kokunun benzeri olmaz.
  - Hmmm.. Anladım, anladım. Şey.. Benim çıkmam lazım şimdi de sana kolay gelsin baba.
  - Git kızım git bakalım. Şu safranlı pilavı yapayım da akşam güzel güzel yiyelim.

------- o -------
 Sofradayken adam ve karısı göz göze geldiler:
  - Eline sağlık döktürmüşsün yine.
  - Evet baba. Çok güzel olmuş. Safran demiştin di mi?
  - Evet, safranlı pilav.

  Karısı safran olmadığını anlamıştı. Kızı ise dediklerini dinlememişti. Dinlediyse bile anlamadığı bu küçük oyundan belliydi. Endişelendi kızı için. Yemekten aldığı lezzeti fark edemeyen biri gerçek hayatta nasıl dikkatli olabilirdi?

19 Ağustos 2014 Salı

ŞANSSIZ MUM

                Biziz şu hayatta şanssız olan. Biri tutar ellerimizden diye bekler olmuşuz. Unutmuşuz kendimizin gücünü. Hayatta önümüzdeki karanlığa gaz lambası olmasını bilemedik. Ya da bildik de, elimizi tutanlar gaz yağıydı, uçup gitti. Hiç mi yok uzun uzun yanan da herkesi ışığına hayran eden? Var. Onları gelenler izledi. İzledi ama sabah olunca üfledi de gitti. Kaldı onlara isli camlar. Kötü bir rüya mı bu yoksa? Ölünce bitecek mi? Şimdi rüyadaysak, uyuyunca gerçeğe dalıyorsak? Ölsek her şey tersine döner de ışıklarımızı izlerler mi? He he... İzlerler bizde bu şans oldukça...            

                Bizim bu şansımızla ancak biz mum oluruz, başkasının tutuşturduğu kıvılcımla kendimizi erite erite sonumuzu hazırlayan. Çevremize meyve veren ağaç, ışık saçan mum, kendimize dibinde karanlık bekleyen mumdan bir yaşam. Dünya adil değil mi?

16 Ağustos 2014 Cumartesi

KİLİT

Kapıda bir adam,
Elinde kilit
Saklamış 'o sabah'ı odaya...
Kapatıp kapıları ardına
Bakışmak huyuymuş yarınla...
İçinde gelgit,
Gözleri kibrit
Tutuşurmuş ona her baktığında.
Genç kız odada,
Anıları sabit,
Canlanırmış onu her hatırladığında.
Şimdi sen bayım;
Açacak mısın, kilitleri bağırtıp
Baktığın o kapıyı aralayıp,
Işık gibi süzülecek misin odaya?
Yoksa hep orada saklanıp,
Delikten bakıp kalacak mısın hayatına?

15 Ağustos 2014 Cuma

BEN HEP BEKLERİM

Ben yazamam hiç. Yazmayı bilmem pek daha doğrusu. Ama çok iyi yazanlar tanırım. Artık kendilerini mi yazarlar, yoksa birileri mi onlara yazdırır, bilmem. Fakat onlar yazar, ben okurum. Onların yazdıklarını okudukça, o duyguları onlara yaşatıp, o yazıları yazdıranlara saygı duyarım. Şiir hissedebilen kişilerin işi. Bu yüzdendir, ben hiç yaklaşmam o kıyılara. Narin yelkenlilerin arasına kendi denizaltımı sokmaktan korkarım. Benim denizaltımın, onların yelkenlilerini kendisiyle birlikte aşağıya çekip yok etmesinden korkarım. Şiir benim işim değil doğrusu. Okurum, yorulmadan okurum. Ararım, bir gün bir şiirin beni de düşünüp anlayabileceğini umarım. O yüzden ben hep okurum ve beklerim. Bir gün benim için de biri yazar diye ben hep beklerim.

14 Ağustos 2014 Perşembe

Sahilim

Bulut matemiydi seni düşünmek, doğruyla gerçeğin farkını hissetmek damarlarımda. En sevdiğim sözcük olmuştu: Belki. Dudaklarının tadı bedenimde yayılışını hızlandırıyordu. Her hücremde ereksiyon: “Gerçek” “Gerçek” “Gerçek”! Öncesi nasıldı? Hislerim yas mı tutuyordu da bilmedim ben ne olduğunu? Gelecek’ti, zihnimi temizleyen, karnımdaki kıpırtıyı açıklayan.

Dalgalarımın kavuşmak için can attığı sahilim, nefesimin sahibi… Tatlı gülüşünle başlayan günlerim, öpüşlerine teslim olan duygularım, güveninin arkasına sığınan inancım bağladı bizi. En olmazı unutturan deli kanım, şüpheyi devirdi seninle. Kırmızıyı görüyorum artık. Başımı çevirdiğim her yerde narin kaneviçeler. Denizle yakamozlar, iğde ağacıyla yapraklar ve elini her tutuşumda parmaklarından sıçrayan kıvılcımlar… AŞK!

ÜÇ MAYMUN

“Gerçeği duymak mı istiyorsun, görmek mi?”
“Her ikisini de.” dedi kadın.
 Adam nasıl söyleyeceğini düşündü. Bir kaç volta atıp geldi karşısına oturdu. Bir anda olursa daha kolay olacağını bir filmde görmüştü.
“Ta en başından beri…Biliyordun, gözümü kırpmayacağımı da biliyorsun.” Masadan silahı aldı, şakağına dayadı, sıktı.
 Adamın yüzündeki ifade silahın boş olmasından kaynaklıydı.
 Üç maymunu tamamladı kadın. Adamın yaptıklarının bir önemi yoktu; kadın görmedi, duymadı, bilmiyordu(!) Doğrular olmadan yalan davranamazdı ne de olsa.

13 Ağustos 2014 Çarşamba

KUM SAATİ

Küçüklük...
Özlenmiş yıllar,
Bir anneanne kadar sıcak,
Eski bir fotoğraf kadar yakın...
Biraz da masumluk,
Geçmişi sadece resimlerde görüp,
Eskide hayatın siyah beyaz olduğunu
Zannetmek gibi.
Hayatın sarmaşıklığını fark etmeden,
Kaygısız yaşanan zamanlar...
Saflık, özgürlük,
Küçüklük...

12 Ağustos 2014 Salı

GECENİN BÜYÜSÜ

               Çoğunluk uykudayken, sokakları aydınlatan sadece lambalar varken, dünyayı farklı görüyorum ve farklı hissediyorum. Sanki dünyada tek ben kalmışım ya da dünya benim için yaratılmış gibi hissediyorum ve garip ama huzur kaplıyor içimi. Sizi bilmem ama, ben kendimi huzurlu hissedince ya bir iki şarkı eşliğinde yazı yazarım, ya otururum balkona yıldızlara bakarken rüzgarın gıdımı okşamasına izin veririm ya da derin derin düşünürüm. Bu öyle filozof gibi bir düşünme şekli değil. Günün kısa bir değerlendirmesi, gelecek güne dair planlar yapmak veya sadece iç benliğimle dertleşmek... Düşünme kısmı kabaca bunlardan oluşuyor. Huzurlu olduğum için sakinleşiyorum, derin nefesler almaya başlıyorum ve aslında hemen hemen her şeyi yapabilecek bir algıya erişiyorum. Bence bu gecenin büyüsü.
                Peki gerçekten gecenin bir büyüsü var mı? Büyüsü olmasa bile kabul edelim ki gecenin bir çekiciliği var. Örneğin kim sevmez ki gece yolculuklarını? Bir başka örnek: İşlerinden ya da derslerinden fırsat bulan insanlar geç vakitte yatağa gitmek istiyorlar. Sevgiliye yazılan aşk mektupları, sitem mektupları, sonu gelmeyen sırdaş sohbetleri, tabii ki dedikodular, duygu patlamaları, arzular, planlar, şiirler ve şarkılar... Hepsi demiyorum ama bunların çoğunun genellikle gece yapılan işler olduğunu kabul edebiliriz bence.
                Bana sorarsanız, gece olmadan yaşanmaz. Çünkü bütün günlerimiz, geride bıraktığımız gece planlanmış oluyor, istesek de, istemesek de. Aslında yukarıda saydıklarımın hepsini, gecenin gücünü ve önemini bildiğimiz için -büyük olasılıkla içgüdüsel olarak biliyoruz-  yapıyoruz. Ya da yapmıyorsak bile yine de geceler daha hoş geliyor insana. Sebebi belki de gündüz yaşayıp geceyi merak ettiğimizdendir. Kim bilir, belki de gece işe veya okula gitsek bu seferde aynı şeyleri gündüz için söylüyor olacaktım. Dünya garip.

                Gece mi gündüzü kovalar, yoksa gündüz mü geceyi? Cevabını bilmiyorum ama umarım biri diğerini yakalamaz.

7 Ağustos 2014 Perşembe

KOLAY DEĞİL

Zar attın, taşı oynadın.
Gözlerini hatırlıyor musun o an?
Kocaman sevinmiştin.
Kahvenin rengi gözünde
Denizin dalgası saçlarındaydı.
Ayna yoktu, ayna bendim.
Bakmadın.
Baksaydın bilirdin; bıraktığın iz...

Dişlerin, gamzen ve sana bakan ben;
Gülüşün doruklardayken yalnız değildi.
Yaktı ne var yok.
Ellerini çırpışın vardı bir de
Bir elin sen bir elin bendi sanki.
Sesimiz yoktu.
Tam vakti artık; duyduğun gül...

Aklımdan gitmedi işte bu an,
Oysa hatırlamak unutmaktan zordu
Oysa cümleleri yazmak zordu
Oysa ısrar etmek zordu
O'ysa kaderimdeki, zordu.
Tek tek aştım kendimi
Zoru başardım!

Sevilmenin güzel hissini sana verdim
Senden de sadece bunu bekledim.
Sürç-i lisan ettiysem affola
Zira ben kimseye kırgın değilim.

5 Ağustos 2014 Salı

GÜNEŞİN

   Büyük aşklar sadece İstanbul'da yaşanmıyor. Ben de aşık oldum, Hopa'da. Hem de öyle böyle değil. Bir insanın değerini söylemek isteyip de yapamamak, baktığınız her yerde onu görmek, onsuz geçen her saniye için derin bir "ahh" çekmek ne demek bilir misiniz? Ben öyle bilirim ki... Yaşayayamadık aşkımızı, tam da filizlendiğimiz zamanlarda."Aşk, acı çekmeden yaşanmaz derler." ya, acısız olmadı bizimki de. Göğüs sancılarım - düzensiz kalp atışlarım ve ciğerlerim iflası nedeniyle - hiç dinmedi. Filizlendiğimiz zamanda yaşayamadık aşkımızı dedim ya, yıllardır ciğerlerim böyle. Ne öldürüyor, ne de yaşatıyor. Aldığım her nefes dikenli tel ciğerlerime. Yaşamak için değil, onunla yaşamak için ölmeyi kabullenemedim, ölürüm de yalnız bırakırım diye "Evlenelim." ısrarlarına bile kayıtsız kaldım ve tedavi olmaya gittim yurt dışına. Sarı saçlarımdan ötürü "güneşim" derdi bana, "Gideceğim, iyileşip geleceğim. Bekle beni." dediğimde "Güneşim batmadan gel, Güneşim." dedi. Gittim de, bitmedi ki tedavi. Bir an olsun hastaneden çıkamadım. İyileşmeye değil de ölmeye gelmiştim sanki. Günden güne rengim bile değişti ilaçlar yüzünden. Sarı saçlarım bile dökülmeye başladı ve seyreldi. Bunlar yetmezmiş gibi beni yarimden 5 yıl uzakta bıraktı. Hiç bir belirti bana dokunmadı da, uzakta olmak... Tedavi işe yaramıyor, günden güne yarimin güneşi batıyordu. "Batmadan gel." demişti, değil mi? Ben de öyle yaptım. Madem öleceğim memleketimde yarimle aynı havayı soluyarak öleyim istedim. Otogarda beni can dostum karşıladı. Uzun uzun konuşup hasret giderdik. Onu her sorduğumda beni geçiştirdi, "İlk önce biz hasret giderelim." tarzı cümlelerle. Oturduk sahilde benim bankıma. Nasıl da özlemişim Karadeniz'in azgın sularını izlemeyi. Seyrederken büyülenmiş gibiydim. Birer sigara yaktık. Tedavi boyunca içememiştim, onu da özlemişim. O sıra ikimizin de ağzını bıçak açmadı. Güneş eğilip yüzümüze vurduğu sıralarda, sigaraları yarılarken ansızın söyledi:" O evlendi.".

...
   
   Sigara dumanı boğazımı yakıp geçti de saplandı yorgun ciğerlerime bir hançer gibi. Nefesim kesildi. Yaşarken ölmek ne demek bilir misiniz? Gözlerim dolup dolup Karadeniz yağmurlarına kafa tutarcasına taşmaya başlayınca tek cümle söyleyebildim denize değen güneşe bakarak:

                - Güneş batıyor, Güneşin de.

3 Ağustos 2014 Pazar

'GÜN'ÜN YOLCULUĞU

   Güneş vedaya hazırlanıyordu.Bir akşam üstü daldı uzaklara genç kız,elindeki kahve fincanının soğumasına aldırmayarak. Caddeleri hala yakıyordu güneşin kızgın bakışları; fakat balkonunun köşesi öyle esiyordu ki,saçları dans ederek gözlerine,burnuna,ağzına gösteri yapıyordu adeta.
    Kırılmıştı evet, mecburen biraz kırmıştı da. Geçmişte yaşananlar geride kalıyordu,ama bazıları geçmiyordu. Yani geride kalması, geçmiş olması anlamına gelmiyordu. Anılar yaşlanmayacaktı asla, yaş alacaktı. Yaş alıp yerini daha da sağlamlaştıracaktı hatta. Belki küçük bir gülümseme, belki bir buse, belki de sımsıcak bir gözyaşının damlasını hissedecekti ensesinde ürpererek. Aniden titreyecekti soğuktan, ya da birden sıcak basacaktı bedenini. İleride anımsarken yaş alan her şeyi, ne hissedecekti tam olarak kestiremiyordu. Kırgınlığı geçecek miydi? Peki ya kırmışlığı? Yine karışmıştı kafası, derin bir nefes alırken dudaklarına götürdü hafif soğuyan fincanını da. O da mı kırılmıştı içmediği için, bu yüzden miydi soğukluğu? Sahi kırılanlar,kırılan her şey soğuk mu olurdu? O zaman onun bakışlarının sıcaklığı nedendi? Neden son kez baktığında içini ısıtmıştı genç kızın o bir çift çakmak? Belki de bu da kırılmanın bir parçasıydı. Böylece canını acıtmak istemişti belki de genç kızın.Hayır, değildi.Bunu yapmazdı, asla yapmak istemezdi, bundan emindi. O zaman böyle olma sebebi neydi? 'İstemeden kırmak' lügatlarında ilk sırayı almıştı; ama var mıydı gerçekten öyle bir şey?
   Bu sorulara cevap aramak işini zorlaştırıyordu,olmuştu artık...Masaya bıraktı elindeki fincanını. Tekrar gökyüzüne baktığında iyice toparlanmış gitmeye hazır bir gün vardı. Ne çabuk geliyor, ne çabuk gidiyordu gün.Tıpkı...Kafasını iki yana salladı, yine onun ortak bir tarafını bulmuştu herhangi bir şeyle. Son zamanlarda elinde olmadan sürekli yapıyordu bunu. Ama kendini de alamıyordu düşünmekten. Mesela bulutlar..Her gün hiç bıkmadan gidip tekrar gelişine hazırlanıyordu günün. Unutmak için bile fırsatı yoktu. Bu yüzden ağlıyordu bazen, kim bilir..Kırgınlığı geçmese de kızgınlığı geçiyordu bulutların.Yeniden aynı tazelikle karşılamasından belliydi bu, hep bir önceki gün vedalaşmasına rağmen.
  Kendisine benzetti bulutları da...Her gün aynı düşüncelerle vedalaşıp,tekrar karşılıyordu onları. Ama rahatsız da değildi,arada yağmur da yağmasına rağmen alışkındı bu duruma artık.Aynı onlar gibi kızgınlığı geçmişti artık çünkü,huzurluydu, daha da olacaktı, biliyordu. Hepsi 'huzur' istemelerindendi çünkü. Huzurlanmalıydılar. Bu huzur nasıl işleyecekti gelecek zamanda, bilemezlerdi, bilinmezdi. Ama şuan tek yolu buydu. Geriye yaslandı genç kız. Farkında olmadan karalamıştı yine bir şeyler. Kalkıp diğerlerinin arasına koydu. Sonra  kalan soğumuş kahveyi döküp, yıkadı fincanını. Tekrar çıkıp oturdu balkona. Gitmişti artık güneş. Karanlık çökmüştü gökyüzüne. Hafif bir gülümsedi, bir esintiyle aynı anda. Ve sonra düşündü yine, mırıldandı aklındaki cümleleri..."Unutmadı bulutlar, unutmayacak." Evet, her şeye rağmen huzurla hep anımsayacaktı bulutlar..Genç kız...