30 Mayıs 2015 Cumartesi

SELAM OLSUN ( 30.05.2015 )

Ölüm. Siyah taşlı gümüş yüzük
Bu mektup
Rutubetli selamlarla doludur.
Cevşenü'l Kebir - Didem Madak

   Sona geldik sanıyorum ki ve ben vedaları sevmiyorum. Yine de öyle bitti diyip gitmek.. Ama bitti.
   Bir buçuk yıllık emek var şuracıkta, hemen burada. Binlerce kelime, milyonlarca harf var. Ölümsüz kıldıklarımız var. Çokça duygu var çokça haslet.
   Ama bitti. Buraya kadar. Toprak Zamandı öldü. Mutlu değil, acı çekerek öldü.
   Selam olsun.

VEDA DEĞİL BAŞLANGIÇ: İNAT

Hayatta karşı karşıya kaldığımız olayların sonuçlarını tahmin etmek tabii ki çok zor. Ama yine de insan kendini alamıyor. En sevmediğim cümlelerden birini de tahminim doğru çıkınca söylüyorum ve yine söylemek zorundayım bu saçma ve egoist cümleyi: "yine haklıyım.". Hangi konuda mı veya konularda mı? Ufaktan anlatmaya başlıyorum.
Öncelikle üzülerek söylemem gerekiyor ki, bu yazdığım ve sizin de okuduğunuz son yazım buradaki. Sebebi bir grubun bir bina gibi davranmasıdır. Bir kaç kolon çürükse binanın akıbeti sağlamların sabrına dayalı oluyor. Kusura bakmazsanız, biz de insanız ve çöktük. Şikayetim yok, alınganlığım yok. Tecrübe deyip cebimize koyalım ileride lazım olur ama eklemek lazım şunu da aynı hatayı bir daha yapmam.
Madem ki son yazı, içimde ne var ne yok söylemek istiyorum. Nerden başlasam ki? Öncelikle hayatta bıktığım şeyler var, yapmaktan yorulduğum, yıldığım şeyler var. Başta en sevdiğim spordan bıktım. Futbola olan tüm inancımı kaybettim. Sebebi ise basit pazar ve siyaset malı haline getirilmesi, insanları uyutmak, gündemi meşgul etmek için maşa olarak kullanılmasıdır. Üç beş tane ensesi kalının cebini doldurmak asıl mesele, biz de işte burada ligmiş, heyecanmış kendimizi yoruyoruz. Ben bu saçma oyuna artık dahil olmak istemiyorum, bıktım. Onun dışında, ülkemizde saçma siyasetten, siyasetin koyun gibi güttüğü insanlardan, takım tutar gibi parti tutanlardan, farklı görüşlere saygılı olmayan insanlardan ve bunu değerlendirip toplumu üçe, beşe, ona bölen siyasilerden bıktım. Adaletsizlikten, saçma sistemlerden, yanlış şehirleşmeden, yaşama stresinden bıktım. Okuldan, daha doğrusu mantığını bilmediğim işlemleri yapmaktan, adil verilmeyen notlardan, sürekli çalışıp sonra ne olacak diye sormaktan, gençliğimi çürüten eğitim sisteminden bıktım. Hadi bunları geçtim, bunlar istesem de müdahale edemeyeceğim sorunlar. Bir de küçük ama bir o kadar büyük olan sorunlar var. Hayatıma girip s...p giden insanlardan, yüzüme başka arkamdan başka konuşanlardan, yarı yolda bırakanlardan, sevilmeyi gayet iyi bilip de sevmeyi, dürüst ve objektif olmayanlardan, empati empati deyip de kendi dünyalarını çekip çevirenlerden bıktım. En çok en yakınlarımdan yıldım. Eski, yeni Çağatay derken, kayboldum lan. Ne yapacağımı, başka bir sorun daha eklenirse kabarık deftere ne bok yiyeceğim diye düşünmekten korkar oldum. Sevmekten ve sevilmekten korkar oldum. İnsanların hislerinin belirsizliği yüzünden uzaktan sevmeyi öğrendim, aşka inanmamayı öğrendim. İnandıracak kişi o mu bu mu demekten de yoruldum. Başkalarının akıl vermesinden bıktım. Eyvallah ama az buçuk aklım var çok şükür. Hayat benim karar benim. Hayatımın içine edip gidecek olmalarındansa hiç gelmesinler, yarı yolda bırakacaklarsa hele... Aman aman! Ne arkadaş, ne yar... Kadere inat, yarı yolda bırakanlara inat, kuyumu kazanlara inat savaş.

Neden ben diye soracağım belki yaradana. Ne yaptım diye de ağlayacağım. Ama artık her şeyin daha çok farkındayım, eş, dost, akraba, arkadaş dediklerimin sayesinde; saçma sapan kurulmuş siyasi, sportif, ahlaki ve dini oyunlar sayesinde. En iyisi mi: Siktir et. Gidene yol yakışır, kalan hep ben olacağım.

17 Mayıs 2015 Pazar

KUMAR

Canımı sıkan ikilemler ele geçirdi bedenimi, dilimi. İçimi kasıp kavuran kafama sığmayan isyanımı haykırmak için, ne kaçabiliyorum, ne de bir kelime dile getirebiliyorum . Hayatımın rengi olmaya başlayan karanlığa farkında olmadan bir kandil yaktın. Çok uzaktan zor seçiliyordu ışığın, ama beni çıkmazlardan döndüren umuttu senin ışığın, varlığın. Parmak uçlarıma kan gönderemeyecek kadar yorgun düşmüş yüreğim çırpınıyor daracık kafesinde. Değil parmak uçlarıma, solmuş dökülmüş saçlarıma ve boynunu bükmüş kolumdaki kıllara varana can verecek kadar coşkuyla çırpınıyor duyduğum en şairane koku yüzünden. Burnumdan ciğerime değil yüreğime çekiyorum. Gel gelelim bilmiyorsun, biliyorsun belki de... Bu konuda emin olmak, benim için dünyadaki en değerli şey. En değerliler söz konusu olunca hayatın kumar oluyor, risk almak biraz daha zor oluyor ister istemez. Hele ki sana karşı... Keşke bu yazı neden böyle diye sorduğunda söyleyebilecek cesaretim olsaydı ya da keşke gözlerimiz yeterince konuşsaydı.

    
     Düşlerde Sevdim Seni Söyleyemedim
     Sessiz Öptüm Nefesini Söyleyemedim
     Sana Ben Şiirler Sözler Büyüttüm
     Sana Ben Baharlar Yazlar Büyüttüm
     Sana Ben Hummalı Gizler Büyüttüm
     Söyleyemedim

16 Mayıs 2015 Cumartesi

GİZLİ SAKLIM - I

Aslında hiç istemiyorum ama
Ne yapsam rutubetim sözlere bulaşıyor Kalbiye.
Kurabiye / Didem MADAK


Gittiğimiz yolların sonrası var mı?
Yoksa hepsi bu kadar mı?
Var Mı? - Hariçten Gazelciler


Çivi çiviyi sökmenin eşiğinde
Akıntıya karşı kürek çekiyorum.
Ada ülkelerine vuran deprem sonrası tusunami feryadıyla
Dibe çeken bir anafordayım.
Doğrular ile yanlışlar sarmaşık olmuş masaldaki gibi.
İyinin içindeki kötüyü, kötünün içindeki iyiyi arıyorum.
"İç ses!" diyor Didem Madak
"Bu bahsi kapa!"
Herkesten gizli saklım
Hadi senden konuşalım.
Biliyorum ben bu dünyadaki doğru çıkış yolunu,
Benimle gelecek misin, sona kadar?
Yolda sıkılmayasın diye şiirler okurken ben,
Uçarken sıkılmayayım diye gülecek misin sen?
Aklımda son kalan, kalbime doğru yola çıkan;
Bir başka şiirde tekrar bahsetmeli miyim senden,
Hem de hayatımı şiire giriş yapmadan,
Hem de sadece senden bahsederek,
Hem de en güzel kelimelerle?

3 Mayıs 2015 Pazar

GÜZEL TARAFI

 Dünya dışında yaşamın olup olmaması  umrumda değil. Çünkü orada herhangi bir duygu yok. Tüm duygular dünyadadır ve kainat dediğin o sonsuz karanlık boşluk, ruhsuz gezegenlerin takıldığı salaş bir bardan başka bir şey değil.
Cosmos - Burak Aksak ( OT/Şubat )

Şöyle düşünülüp taşınıldığında iyi insanların hepsinin de neşeli oldukları ortaya çıkar. Neşeli olmak her zaman iyidir, bir şeyin de göstergesidir. Daha yaşarken ölümsüzlüğe ulaşmak gibi bir şeydir.
Çanlar Kimin İçin Çalıyor - Ernest Hemingway
 
Dünya'yı sevmemekle yaşamayı sevmemeyi aynı anlamda kullanıyorsun. Arasındaki ince ayrımı atlıyorsun. Zamanında - senin şu halin gibi - gaz ve toz bulutundan başka bir şey olmadığını hatırla. Nasıl olmuşsa olmuş yaşanılır bir hal almış.  Sen de  Dünya demişsin üzerinde yaşamışsın ve yaşıyorsun.
Etrafına bakıyorsun. Gördüklerini sayıyor, çıkan seslere dikkat ediyorsun. Camdan bakıyorsun; kasvetli bir hava, her  yerden her yere giden metal yığınları, devasa boyutlarda beton yığınları, anormal boyutlarda tüketimi öven reklamlar, gündüzcesine ışıklar, ruhunu boğan elektrik telleri, toprağın kara çarşafı asfalt. Bunlara en az insanlar kadar uyum sağlamış ve  seni hoşnut eden şey sokak köpekleri, ağaçlar, kır çiçekleri.  Şimdi bir daha düşünüyorsun; Dünya'yı mı sevmiyorsun yaşamayı mı? Çünkü insan Dünya'da oturur, çevresindeki  iyi insanlarla yaşar. Güzel insanlar yoksa..
Camdan ayrılıp odana, evine bakıyorsun. Bir tane aptal kutusu içinde çokça bağıranlar, çokça aptallar, çokça şov, çokça iki yüzlülük, çokça riyakarlık var. Uzaksın bütün bunlara yaşadığın hayatta maruz kalsan da, öyle kalmalısın da.
Düşünüyorsun ki güzel insanlar tanımalı, güzel insanları yazmalı. Onların var olduğunu kuşa, toprağa; diğer güzel insanlara anlatmalı. Aklının kaldığı insanları göstermeli.
 Bütün kibar ısrarına rağmen yanından ayrılmıyorsun. Konuşuyor bir yandan yürüyorsunuz. Konuşmasındaki sadelik hoşuna gidiyor. Havana havasını katıyor, havasına havanı katıyor. Seni en sevdiğin noktadan vuruyor, kanını ısındırıyor ve bir anda aradaki mesafeler kalkıyor. 'Ben de' diye başlayan cümleler anlatıları beraberinde getiriyor. Anlatılan yerler biliniyor.
 Öğreniyorsun ki senden en az sekiz mevsim fazla görmüş. Şaşırıyorsun. Sonra jetonun düşüyor. Konuşmadaki havanın sırrı buradaymış diyorsun..
Yanınızdaki üç beş kişi hızla uzaklaşmış durumda. Dünya'nın en doğal halinin içindesin ve yaşamayı seviyorsun. İkinci kibar ısrar geliyor. Sana diğerleri gibi hızla uzaklaşmayı öneriyor. İkinci defa kabul etmiyorsun. Konuşmasındaki güzellik ve saflık seni orada onun yanında tutuyor. Yola devam ediyorsunuz. Ağaçlardan ne istendiği konusunda hemfikir bir bilinmezlikte anlaşıyorsunuz. Kimseyi kafasına takmadığını duyuyorsun ve bu rahatlığın, bu konuşmanın başka bir sırrı daha ortaya çıkıyor. Neşeli yanını korumuş olmasının güzelliği var üstünde. Yanındaysan seni bırakmaz, ayrılırsan peşinden koşmaz.
Aşksız, bağlantısız; sadece güzel iki insan olarak bir şeyler konuşup paylaşmanın tadını çıkarıyorsun.  Düşünmeye devam ediyorsun. Dünya'yı mı sevmiyorsun yaşamayı mı? Cevap veriyorsun; insan elinin değdiği yerdeki Dünya'yı ve insan kötülüğünün bulaştığı insanları sevmiyorsun. Güzel insanlar olduğu sürece yaşamaya değer diyorsun.
Teşekkür ediyorsun, yoldaki tanıdıkları görmeden onların uyarısıyla onları  gördüğün, eski farkındalığının kalmadığı zamanlarda bu dürtüyü uyandırıp kendisini tanıyıp inceleme fırsatını verdiği için. Şu küçük Dünya'da belki yine denk geleceksiniz ama gelemezseniz şimdiden yolunun açık ve güzel olmasını diliyorsun..

GÖNLÜN ANAHTARI

Gece zor geçmişti onun için. Erken yatmıştı, ama bir türlü uyuyamamıştı. Yarın olacak olanları planlamaktan kendini alamıyordu. Sürekli diyeceği cümleleri aklından geçiriyor ve cümlelerin ögeleriyle sürekli oynuyordu. İnsanları üzmekten nefret ediyordu çünkü. "Herkesi memnun etmek pek zor." deyip vicdanını bir nebze de olsa rahatlattıktan sonra uykuya daldı. Şu dönemlerde hayatını ele geçiren zor durumlar ve ikilemler, onu rüyasında da rahat bırakmadı. Uykusundan yorgun bir şekilde uyandı. Omzunda ve gönlünce taşıdığı yükler, içinde tuttuğu söylenmesi gereken sözler; tahammül sınırını çoktan aşmış, patlamaya hazır bir volkandı adeta. Soluk soluğa evin içinde dönüp durdu. Sürekli sakalıyla saçıyla oynadı. Stres onun için öldürücü seviyeye doğru yükseliyordu kanındaki adrenalinle birlikte. Sonra birden hiçbir şey olmamış gibi çöktü olduğu yere. Nefes egzersizleriyle mantığı, vücudunu kontrol altına aldı. Eli telefona uzandı. Listeye şöyle bir göz gezdirdi, araması gereken kişiler arasında dahi seçim yapamıyordu. Sonunda ona göre en doğru tercih gibi gözüken birini ,dostunu, arayıp kısık, korkmuş bir şekilde, aynı zamanda dişlerini sıkarak konuştu: "Konuşmamız lazım, yardımın gerek. Yoksa ben benliğimi kaybedeceğim."


Başka hiç bir söz çıkmadı ağzından. Uzun yıllar sadece insanları dinledi. Hiç konuşmadı desem yeridir. Aklını kaybetti resmen. Zihnini, kalbini kalın zincirlerle, kilitlerle kilitlemişti. Sadece kendisi için yaşıyordu. Yazdığı yazılarına bakacak olursak, bu kilitleri açacak kişiden kaçmayacakmış. Kendini ona teslim edecekmiş her şeyiyle. Soruyorum şimdi sana her ne kadar konuşmayacaksan da: elinde anahtarlarla biri mi girdi hayatına da kırk yıllık beton gönlün çayır çimen şimdi?

25 Nisan 2015 Cumartesi

TOPRAK

  Zerafetle bekliyordu toprak, bulutların ona sunduklarını...Anaçlığıyla övünmüyor, her fırsatta dile getiriyordu, belli ediyordu ona olan ihtiyacını. Düşen tek bir damlayı içine alıp, yemyeşil bir dünyaya hazırlanıyordu. Onu büyütüyordu içinde, dışarı sunuyordu ve sonra tekrar içine alıyordu...Bu böyle devam ederken devriliyordu mevsimler ve toprak her defasında aynı naiflikle baştan alıyordu tüm görevini. İnsanlar neden benzemiyordu bu alçakgönüllülüğün başa sarınışına?
  Bunları geçirdi aklından balkonundan bakınırken. Hafif esintinin verdiği ritimle gelen bahçedeki hanımeli kokularıyla  dans ediyordu ruhu...Yerdeki kahverengi mucizeye gözü dalıyor, garipliğini sorguluyordu düşündüğü bu bağlantının...Evet başlangıç da onunlaydı, bitiş de...Peki bu kadar bizimleyken nasıl aynı zamanda bu kadar ayrı özellikleri barındırıyordu derininde?
  Bir denklem kurdu zihninde, çözümü boş küme olan. Mevsimlerle bağlantılıydı toprak, insanlarla da...Fakat mevsimlerin değişkenliğini alan insanoğlu neden topraktan çok da bir şey almıyordu? Daha da karışmıştı kafası.Kendini düşündü, inişli çıkışlı ruh halini, havanın değişkenliğiyle kıyasladı. Bunu yaparken kıvrımlar oluştu yüzünde,yana kaydı dudağının bir kenarı..Gülümsedi hafifçe ve dalan gözlerini kurtarmak için başını iki yana salladı. O bunları yaparken, şehri ıslatan yağmur da dinmişti, hemen kahvesini ve sandalyesini kapıp iyice yerleşmişti balkonuna. Sonra ıslanan topraktan dolayı beliren küçük böcek ve solucanları farketti. Uzun uzun izledi onları. Yine kendini düşündü. Her ağladığında içindekileri dışarı vurma isteğini düşündü: Yazarak ya da sözlü...Daha geçen gün tekrardan farketmemiş miydi bunu? İşte benzeyen bir özelliği vardı toprağa...Her ıslandığında dışarı bir şeyler vuruyordu o da işte...İçine hapsolanları çıkarma isteği...
  Keşke ondan daha çok ve güzel şeyler alsaydık, diye düşündü ve onun sihrine hayran kaldığını farketti. Her ne kadar yaşadığı zaman diliminden uzak özellikler söz konusu olsa da, onun ince ve sahiplenici duruşunu, fedakarlığını alan insanlar da olduğunu hatırlamalı ve onlara haksızlık etmemeliydi. İşte böyle insanların yanıbaşında,evinde de olduğunu düşününce şükretti bir kez daha... İşte bir toprak mucizesi daha,diye yineledi...Bunları aklına düşürüp teşekkür ettirdiği için, aynı zamanda bir kez daha hayran kaldı ona...

19 Nisan 2015 Pazar

DREDLOCK SAÇLI KIZ

 Dudakları çatlatan,yanaklarda soyulmalara neden olan fırtına sabahın ilk ışıklarıyla şehrin sokaklarına hakimdi. Mahalle kahvesine erkenden giden emekliler böyle bir şey görmediklerini, buranın rüzgarının böyle olmadığını birbirlerine takma dişleri sayesinde anlatıyorlardı. “Lümpen gibi bir şey bu lümpen, lümpen fırtınası dedi elleri titreyenlerden biri. Tutunamaz bu fırtına bu şehre eser eser gider. “
 Kadın bin pişman oldu çocuğunu bakkala gönderdiğine. Uyku sersemi ve mutsuz uyandığı günün sabahı dışarı bakmadan ekmek torbasına bakmıştı. Perdeyi açıp da dışarı baktığında aklı başından gitti. Toz, fırtınanın etkisiyle terör estiriyordu sokakta. Arabaların alarmı rüzgar sesiyle yarışıyordu. Telefonundan son arananlara girip oğlunu aradı. Hat çekmedi. Kadın telaşa düştü. Oğlu on yedi yaşında gençti ama yine de tedirgindi. Perdeyi kapattı. Yüzünü yıkamak için banyoya yöneldi. Saçı başı dağınık halde, gözleri çapaklıydı. Yüzüne suyu savururken kapının zili duyuldu. Havlu elinde kapıya koştu. Oğlanın yüzündeki ifade berbattı. Yanında kendi boylarında bir kızla çıkagelmişti.
 “Hadi içeri gel”, dedi kıza.
 Kadın ne olduğunu anlamaz halde çocukla kız içeri girmişti bile. Beyaz tende görmeye alışkın olmadığımız dredlock saçları ilk dikkati çeken şeydi.
 “Sen şöyle, evet, ordan geç içeri ben geliyorum” dedi kıza. Kadın oğlunun kolundan tuttu, yüzünde neler oluyor kim bu ifadesi hakim.
 “Arkadaşım!” cevabını verdi, kolunu hızlı bir şekilde silkeleyip kurtardı.
 “Düzgün cevap ver bana!” kısık sesle bağırdı annesi.
 “Merak etme dışarı çıkacağız, kahvaltıya gideceğiz. Al ekmeğini de koydum buraya.”
 Kadın salona geçti, oğlu da odasına.
 “ Hoşgeldin kızım. Adın neydi?”
 Dredlock saçlı kız, güzel bir Türkçeyle:
 “Hoşbulduk, adım  Veronic G. Vlasta.”
 “Nerelisin, inancın nedir, yanlış anlama merak ettim?”
 “Annem Jamaikalı, babam Çek. Ben Jamaika’da doğdum, annem Rasta, babam Musevi. Ben işime gelen göre.”
 Kız sadece kendisine sorulan soruları cevaplıyordu ve cevaplarkenki yüz ifadesi hiç de hoş değildi.
 Dışarıdaki fırtınanın sesi evin içindeyken rahat duyulabilecek kadar yüksekti. Evin içindeki loş ortam ve karşısındaki nereden geldiği belirsiz kızla kalmak kadını tedirgin etmeye başlamıştı. Zaten saçları bir enteresandı. Veronic birden konuşmaya başladı:
 “Ben evimde yatıyordum, fırtınanın sesini duydum. Pencereyi açtım, dışarıda rüzgar var, çok, çok fazla toz var. Kokuyu hissettim. İçime kadar toz kokusu çektim...”
 Kız birden bülbüle dönmüştü. Ellerini sağa sola savuruyor, sonra burnuna getirip avucunun içini kokluyordu. “...sonra başım döndü, kendimi sokağınızda buldum. Ben Jamaika’daydım.  Şimdi anlıyorum, buraya gelmeye, gelmem lazımdı, toz fırtınası buraya attı beni.”
 “Ali!” diye diğer odadaki oğluna can havliyle seslendi. Sesinin titremesini gizlemeye çalıştı. Kız sabah sabah neler anlatıyordu. Kim ayol bu, Allah’ım sen koru, sen koru, koru..
 “Aliii!”
 “Benden korkuyor musunuz?”
 Veronic ayağa kalkıp kadının üstüne doğru birkaç adım atıp durdu.
 “Saçlarım mı? Konuşmam mı? Afrikalı olmam mı? Ha? Neyim korkuttu sizi? Anlattıklarım mı, ah tabi, Türkçeyi böyle güzel konuşmam mı? Hah, korkak!”
 Allah’ım sen koru, kim bu, “Aliii!” Cumartesi bugün, cumartesi. Saat bire geliyor, gelir birazdan Hasan, Hasan gelir birazdan. Cumartesi bugün.
 “Korkma benden, korkmana gerek yok.”
 Ali geldi salona.  Vlasta’ya baktı, ona  Vlasta diyordu.
 “Ali, sen Veronic’i nerden tanıyorsun?”, korku yüzünün her köşesindeydi.
 “Arkadaşım anne, arkadaşım.” Vlasta’ya baktı:
 “Terlemişsin, sil alnını” dedi selpak uzattı, geri odasına gitti.
 Kız alnını silmedi. Gözlerini kapattı, tekrar konuşmaya başladı:
 “Tılsım, hissediyorum. Tozu içimde hissediyorum, Çok güzel, güzel bir his. Evet, buraya gönderdiler beni, buraya, tam buraya. Sana kadın!”
 Kadın hopladı yerinden: “Aliii!”
 Ayaklandı kız. Bu sefer bir kaç adım, kadınla Veronic arasındaki mesafeydi. Kız sürekli bir şeyler söylüyordu.
  “Ben Veronic G. Vlasta. Ben Veronic GOLEM Vlasta. Sana gönderdiler beni, sana, sadece sana, bunca yıl yaptığın pislikler yüzünden. Öl şimdi!”
 Kız boynuna atladı, öyle güçlü sıkıyordu ki karşı koymak imkansızdı. Ölüm diye bağırıyordu, öl şimdi, öl, Ben Veronic GOLEM Vlasta. Öl! Tırnakları kadının boğazından kan akıtıyordu. Kadın koltuğun üstüne yığıldı. Ölmüştü.
 Kız büyük bir şevke gelmişti. Hırsını alamayıp odayı dağıtmaya başladı. Öyle dikkatsiz, ve zafer sarhoşluğu içinde yapıyordu ki bunu zıplarken alnını avizeye çarptı. Sonra birden dondu kaldı. Alnında bir yazı belirdi. Harfin biri elektrik alamamış reklam panosundaki sönük harf gibiydi. Diğerleri parlıyordu. Kız yüzüstü yere düştü. Alnındaki bütün harfler silindi. Ve birden patlayarak yok oldu! Pof!

--- ooo ---

 “Ya Allasen git işine, akşam akşam neler anlatıyon! Aman aman kalsın hediyen orda. İstemiyorum bir daha senden hediye falan. Git gez ülke ülke, bana bir şey alma. Ayh..! Aman kalsın. Tövbe Yarabbim.”
 “Efsane de olsa, ben kendimden de bir şeyler katmış da olsam hikaye hikayedir abla, bir bakarsın gerçek oluverirler. Öyle hık diye gidiverirsin tahtalı köye valla. Haha-hah”
“..."
Bütün gözler sehpanın üstünde duran Golem heykelciğinde çakılı kaldı.

5 Nisan 2015 Pazar

DAHA ZOR OLMADAN

        Bu aralar kafamın içinde savaşlar çıkıyor. Her yer karman çorman. Düşündükçe çözülemeyecek bir tane daha kördüğüm  buluyorum. Düşündükçe kaçırdığım ihtimallere bir tane daha ekliyorum. Düşündükçe... Kızıyorum kendime bazen. Ardı arkası kesilmeyen soruları kendime kendime sorup "ya bu olsaydı" şablonuna oturttuğum cümlelerle cevap veriyorum. En azından öyle sanıyorum. Şarkıda diyor ya "içimdeki ateşle bodrumun sularına sarılıp sarılıp ağladım", tabii ki benim ateşim de sönmedi ne yaptıysam. Dalgalar alıp götürmedi beni uzaklara. Beni götürmedi uzaklara ama, bari içimdeki yığından biraz yüklenip gitseydi.

        Sabrım, dertlerim kadar çok olsaydı keşke. O zaman içimdeki ben ile olan sohbetlerimiz, hesaplaşmalarımız daha kısa sürerdi. Şimdiki hesaplaşmalarımız hep yarım, hep yarına ertelenmiş. Resmen kaçıyorum, o da kovalıyor. Bir gün yakalayacak beni ve bedelini ağır ödetecek. Ağzımı açamadan zihnime yerleştirecek bin bir türlü ihtimal tohumlarını. Kurtuluş : cesaretini topla ve acele etmeden olayları isteğin doğrultusunda rahat bırak. Ahlar, vahlar, ihtimaller, yanlışlar artmadan...Daha zor ya da geç olmadan...

Yanlışın neresinden dönersek dönelim yine de kardayız.

3 Nisan 2015 Cuma

SİNEK

Bastığın yer senden büyük. Yükselişin dumandan ibaret. Bir süre sonra yoksun. Yokluğun her gece milyonlarca yıldızdan birisinin gitmesi gibi olacak. Sıradansın. Yok olarak unutulacaksın.Yok ettiklerin ise hep eşsiz, onlar hep bizle kalacak. Hatırlanmaya değmeyeceksin. Ya da hatırlanacaksın bazen. Keşke diyeceksin,unutulsaydım.

 Korkuyorsun. Senden korkmayanlardan deli gibi korkuyorsun. Tek başınasın orada. Farkındasın bunun ve bu seni korkutuyor. Korkacaksın tabi ki, tarih kitaplarını okumasan da kulağına çalınıyor bazı şeyler. Biz sana bir şey yapmıyoruz. Ekseriyetle kendi kendine yapıyorsun. Gelin güveycilik oynuyorsun. Biz sana bir şey demiyoruz. O duyduğun şeyler var ya, aslında sen onları gece uyurken duyuyorsun, sabah bize çatıyorsun. Belki de sana gerçekten bir şeyler diyoruzdur? Haddimizi aşıyoruz di mi bazen? Gocunmuyorsundur umarım?

  En son ne zaman aynaya baktın? İçinden, ayna ayna söyle bana var mı benden güçlüsü, dedin mi? Gerçi sen bunu her gün yapıyorsun. Bize de dinlettiriyorsun, izlettiriyorsun. (Ama dinleyince seni, üzülüyorum senin için. Baksana, ne kadar da kötüymüşüz biz, neler yapmışız sana. Ahh, bak şimdi... Biz de kendimizi iyi bilirdik. Sen öyle diyince fark ettim. Affedersin di mi bizi? Biz ne kadar da küçüğüz senin yanında. Sinek gibi mideni bulandırıyoruz. Tüh.. ) O aynalar dile geliyor, hepsi sana dönüşüyor. Ancak karşındaki aynalarından birisi seni göstermesin parsel parsel kırıyorsun. Unutuyorsun ki aynayı ayna yapan camın arkasındaki karanlıktır. Aynalar kadar camlar da var, arkası karanlık olmayan, seni değil de doğruyu olduğu gibi gösteren. Öyle inanmışsın ki aynalara, o kadar safsın ki.. Tutunduklarına güveniyorsun, çuvala soktuğun mızrağa güveniyorsun. Yalanlar doğrulara sarmaşık olup göğe çıkmış, seni de yutmuş.
Susmalısın artık. Köşene çekilip bırakmalısın vampircilik oynamayı. Emdiğin aydınlık , odayı karanlığa çevirirken seni tam ortada fosforlaştırıyor. İstediğin buydu değil mi? Herkes sana bakıyor, herkes seni izliyor. Dönüştüğün şey bu değil mi? Alkış!
 
Senli benli konuştum ama alınmamışsındır umarım. Samimiyetimize güvendim, ne de olsa yıllardır… yıllardır beraberiz.